Translate / dil çevirici

15 Mayıs 2008 Perşembe

DÜŞÜNCE TARİHİNDE MÜZİĞİN GELİŞİMİ

ANTİK YUNAN VE ROMA’DA MÜZİK

Batı müziğinin yazılı tarihi Antik Yunan (MÖ yaklaşık 10.yy ve 9.yy) ve Roma dönemine dayanır. Daha önceki dönemler hakkında günümüze kalmış yazılı kaynaklar yok denecek kadar az olduğundan, batı müzik tarihinin başlangıcını Antik Yunan ve Roma dönemlerinde aramak doğru olacaktır. Avrupa kültürünün toplumsal ve düşünsel temellerinde olduğu gibi, müzik alanında da Antik Yunan kültürünün bağlantıları bulunmaktadır.
Müzik hakkında antik çağdan kalan yazılı kaynaklar o dönemlerden kalan mimari yapılar veya heykeller kadar şanslı değildi. 16. yüzyılda keşfedilen az sayıda ilahi ve şarkı örneklerinin dışında, Antik Yunan ve Roma İmparatorluğu dönemine ait müzik eserleri günümüze kadar gelememiştir. Buna karşın, Yunan ve Roma’nın müzik kültürüyle ilgili bilgiler – heykel, mozaik, vazo, mezar ve başka yapılar üzerine resmedilen ya da oyulan eserler sayesinde- modern çağlara dek gelmeyi başardı.
Antik Yunan uygarlığından günümüze kalan müzik örneklerinin çoğu uygarlığın geç dönemine aittir. Antik Yunan müziğinin özellikleri ancak bu örneklerden ve yazılı kaynaklardan yola çıkılarak tahmin edilebilmektedir: Teksesli fakat özellikle vurmalı ve üflemeli çalgı eşliğinin sık sık kullanıldığı bir müziktir bu. Antik Yunan müziğiyle ilgili belgelerin azlığına karşın, Yunalı düşünürlerin geliştirdiği kuramlar günümüze kadar gelmiş. Özellikle de Ortaçağ Avrupası’nın müzik kültürünü derinden etkilemiştir. Platon ve Aristoteles müziğin doğası, evrendeki yeri, insanlar üzerindeki etkileri ve toplum içindeki uygulamaları konularında düşünceler ürettiler. Ünlü Yunanlı düşünür ve matematikçi Pitagoras’tan itibaren Yunanlı kuramcılar sesler arasındaki sayısal ilişkileri keşfettiler. Müziğin fiziki konusunda olduğu kadar felsefesi üzerine de kuramlar geliştirdiler. Onların oluşturdukları temeller günümüzde geçerli olan ilkelerin özünü oluşturur.
Pitagoras ve yandaşları müziğin fiziksel evrenin temel anahtarı olan matematikle çok yakın ilişkide olduğu kanısındaydılar. Pitagoras sesler arasındaki aralık ilişkilerin matematiksel bağlantılarını keşfetmiş, oran hesaplarını matematiğe dayanarak ortay çıkarmıştı.
Müzik ile şiir arasında çok yakın ilişki kuran antik Yunan kültürü için bu iki terim neredeyse eşanlamlıydı. Platon şarkıyı “konuşma, ritim ve melodinin birleşimi” olarak tanımlar. Yani bir anlamda müzik şiirin melodiyle okunmasıdır. Nitekim, tarih boyunca müzikte sıkça kullanılan “lirik” kelimesi Antik Yunan dönemine dayanmaktadır. “lirik şiir” terimi ile lir çalgısı eşliğinde okunan şiir anlamında kullanılıyordu. Yüzyıllar içinde, bu ve buna benzer Antik Yunan şiirine dair terimler müzik terimi olarak kullanılmaya başlandı.
Antik Yunan uygarlığında müzik dini törenlerde, eğlencelerde ve tragedyalarda kullanılıyordu. Antik Yunan düşünürlerinin özellikle ses sistemleri üzerine geliştirdikleri müzik kuramları Avrupa’daki çoksesli müzik kuramının temelini oluşturdu. Antik Yunan uygarlığını müzik kültürü Roma İmparatorluğu tarafından benimsendi ve sürdürüldü. Roma İmparatorluğunun güç ve görkeminin doruklarını yaşadığı 2. yüzyılda, kültürlü Romalılar; Yunanca ve Latince eğitimleri kadar müzik eğitimi de alıyorlardı. Ne var ki, Roma İmparatorluğunun zayıflamasıyla Antik Yunan ve Roma’nın müzik kültürü ve geleneği tümüyle olmasa da Ortaçağ Avrupası’na devroldu. Yaklaşık bin yıl boyunca kendi içinde dönüşüme uğrayarak batı dünyasının çoksesli geleneğine dönüştü.

ANTİK YUNAN’DA ÇALGILAR

Antik Yunan uygarlığında çalgılar mitolojik tanrılarla bağlantılıydı. Bugün halen Yunan uygarlığının en karakteristik çalgısı olan “lir” Apollo’nun simgesi idi. Üflemeli bir çalgı olan “aulos” ise Diyonisos’a atfedilen bir çalgı idi. Her iki çalgının da Küçük Asya’dan Yunanistan’a geldiği tahmin edilmektedir. Bu çalgılar şarkılara ve epik şiirlere eşlik etmek amacı ile çalınırdı. Lir ve onun akrabası sayılan kithara ilk dönemlerde 5 ya da 8 tel, sonraki dönemlerde 11 tele sahipti. Tek ya da çift kamışlı bir üflemeli çalgı olan aulos ise çoğu yerde çift gövdeli resmedilmiştir. Aulos çoğunlukla Diyonisos’a atfedilen şiirlere eşlik etmek için kullanılırdı. Diğer yandan, Aishilos, Sofokles, Euripides gibi yazarların ünlü tragedyalarında da kullanılmaktaydı bu çalgı. Böylece, koro ile aulos’un sesi arasında bazen bütünleşme bazen de diyalog oluşmaktaydı.

RÖNESANS DÖNEMİ VE MÜZİK

1300’lü yıllar, Rönesans’ın temel düşüncesi olan hümanizmin yeniden canlandığı bir dönem olmuştur. Antik Yunan felsefesine ve yazılarına ilginin doğduğu bir dönemdi bu. Ortaçağ boyunca önemli bir kültürel ve siyasal merkez olan Bizans imparatorluğu 1100’lü yıllar topraklarının kontrolünü kaybetmeye başlıyor, gün geçtikçe küçülüyor ve zayıflıyordu. Bunu fırsat bilen Roma, tek siyasal güç olma isteği ile, 1096’da düzenlenen ilk haçlı seferi sırasında Haçlı Ordularını Bizans’a saldırtarak Doğu imparatorluğunun gücünü iyice kırdı. 1300’lü yıllara gelindiğinde, halen gücünü toparlayamayan Bizans topraklarından çok sayıda Bizanslı düşünür ve aydın Batı’ya, özellikle İtalya’ya göç etmeye başladı. 14.yüzyılda, İtalya’da Antik Yunan yazılarının ve düşüncelerinin yeniden keşfedilmesi kısmen bu göçler sayesinde gerçekleşti. Çünkü Bizans’tan göç eden aydın ve düşünürler Yunanca’dan ve Arapça’dan çevrilmiş Antik Yunan yazılarını beraberlerinde getirmişlerdi batıya.
Antik Yunan yazıları yalnız edebiyat alanında değil, resim, heykel, m,mari ve müzik alanlarında da etkili oldu. Ressam Giotto (1266-1337) ve çağdaşları kuralcı ve simgesel resim tekniğini terk ederek nesnelerin doğal halleriyle resmedildiği bir anlayışa doğru yönelerek Rönesans resim anlayışının öncüsü oldular. Edebiyat ve sanat 13. yüzyılın din merkezli bakış açısından, artık yavaş yavaş insan merkezli bakış açısına doğru yönelmeye başlıyordu.
Müzik alanında da yeni yönlere doğru bilinçli adımlar atılmaya başlanıyordu 14. yüzyılda. Bu değişimlerden en büyük etkiyi yaratmış olanı Fransız şair ve besteci Philippe de Vitry’nin (1291-1361) 1320’li yılların başında yazdığı “Ars Nova” (Yeni Sanat) adlı kitaptı. Kitabın başlığı Ars Nova öyle etkili oldu ki, ısa zaman içinde, 14. yüzyılda Fransa’da yelişen yeni müzik üslubunu ifade eden bir teri olarak kullanılmaya başlandı. Bu terim 14. yüzyıl Fransa’sındaki yeni müzik anlayışını betimlerken, Ars Antiqua (Eski Sanat) terimi de 14. yüzyıl öncesinin müziğini ifade eden karşı terim olarak kullanılmaktadır bugün.
Ars Nova’nın temel düşüncesi, esasen Notre-Dame ekolü bestecileri başlatılmış olan ritmik kullanımın daha farklı yönlerde geliştirilmesidir. Motet, kökenlerini dini müziğe dayandıran bir biçim olmakla birlikte, 13. yüzyıldan itibaren dini bağlamdan uzaklaşmış, fakat tenor partisinde kullanılan Gregoryen ezgiler nedeni ile dini öğelerle bağlarını tümüyle kopartmamıştı. Roman de Fawel 1300’lü yılların müziksel geleneğini yansıtan çok önemli bir kaynak olarak günümüze ulaşmıştır. Roman de Fawel içinde 34 motet ve toplam 167 müzik kesiti barındırmaktadır.
Roman de Fawel’in içinde Philippe de Vitry’nin beş moteti bulunmaktadır. Bu motetler, Ars Nova akımının ilk örnekleri olan ve isorithmic olarak adlandırılan üslupta yazılmıştır. Bu üslupta, tenor partisinde bulunan cantus firmus belli bir ritmik kalıpla müziklendiriliyordu. Bu ritmik kalıp sürekli tekrar ederek bir ritmik döngü oluşturuyordu. bu üslupta bestelenen motetlere İsoritmik motet adı veriliyordu ve Fransa’daki Ars Nova bestecilerinin en gözde biçimi halini almıştı.
14. yüzyıl bestecileri, önceki kuşaklara göre, çoksesliliği daha yoğun biçimde kullanıyordu ve dindışı müziğe daha fazla ilgi duyuyordu. Çoksesliliğin gelişimi ve karmaşıklaşması kilisenin pek hoşuna gitmiyordu ve bunun bir nendi vardı: dini müzikler çoksesli olduğunda ses partileri yoğunlaşıyor, ritmik yapılar karmaşıklaşıyordu. Bu durumda müziğin içindeki dini metinlerin anlaşılması güçleşiyordu. Kilise için ayinlerde ön planda olması gereken müzik değil metinlerdi.
Ars Nova geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri olan Guillaume de Machaut truver geleneğinin aşk şarkılarının da takipçisiydi. 14. yüzyıl Fransa’sında gündemde olan şanson (şarkı) formları arasında balat, virelai ve rondo gibi biçimleri kullanarak gelişmelerinde katkıda bulunan bir besteciydi. Onun geliştirdiği formlar arasında balat ön plana çıkmaktadır.

RÖNESANSTA ÇALGILAR

14. ve 15. yüzyılların müziğinde çalgıların ne kadar yer tuttuğunu tam olarak söylemek mümkün değildir, çünkü dönemin el yazmaları partilerin vokal ya da çalgısal olduğunu belirmemekteydi. Buna karşın, dönemin resim ve edebiyat yapıtlarından yola çıkılarak, çoksesli müziğin vokal ve çalgısal gruplarla ya da ikisinin birleşimiyle seslendirildiği söylenebilir. Ayrıca bu dönemde motetlerin tenor partileri (yani en alt partileri) çalgıyla icra ediliyordu artık.
Açık havada yapılan kutlama ve eğlencelerde ya da ciddi törenlerde geniş topluluklar kullanılıyordu. Çalgılar ikiye ayrılıyordu: yüksek sesli ve yumuşak sesli çalgılar. Yumuşak sesli çalgılar arasında en popüler olanlar lavta, psalter, taşınabilir orglar ve flütlerdi. Yüksek sesli çalgılar arasında ise bugünkü obuaya benzeyen shawm, trompetin ilk örneklerinden biri olan kornet gibi çalgılar kullanılıyordu. Ayrıca vurmalı çalgı olarak çanlar, ziller ve davullar topluluklarda yer alıyordu.
Tuşlu çalgılar 15. yüzyılda gelişimini hızlandıran çalgılar arasındaydı. Taşınabilir orgların yanı sıra kiliselerde yer alan büyük orglara 1300’lü yıllardan itibaren pedal tuşları eklendi. Farklı boruların seçilmesini sağlayarak farklı sesler elde etme olanağını sunan “stop” sistemi ve ikinci tuş dizgesinin eklenmesi de 15. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen yenilikler arasındaydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar