Translate / dil çevirici

14 Mayıs 2008 Çarşamba

GORKİ'NİN ÇOCUKLUĞUM ROMANI ÜZERİNE

GORKİ’NİN ÇOCUKLUĞUM ROMANI ÜZERİNE

Maksim Gorki’nin Çocukluğum adlı romanını okuduğumda otuz yaşındaydım. Eseri okumayı bitirdiğimde de okumak için ne kadar geç kaldığımı daha iyi anlamıştım. Gorki bu romanda yalnızca yaşadıklarını değil, sokaktaki sıradan Rus insanının, bir zamanlar ve bugüne kadar içinde yaşadığı boğucu,acı ve sıkıntılarla örülü küçücük dünyasını bir çocuğun gözüyle anlatıyor.
Küçük yaşta babasını ve henüz yeni doğmuş olan kardeşi Maksim’i kaybeden Lyonya annesi ile birlikte anneannesine ve büyükbabasına gitmek,onlarla, iki dayısı ve teyzesi ile yaşamak zorunda kalır. Lyonya , babasının cenazesinin gömülmesi sırasında mezarın dibinde biriken su birikintisi içindeki kurbağaların tabutla birlikte toprak altında kalması nedeniyle baba annesine; “kurbağalar kurtulabilecekler mi? “ diye soracak kadar çocuktur. Bu küçük çocuğun masum ve güzel dünyasından büyüklerin hırslı ve kasvetli dünyasını gözlemliyoruz.

Lyonya taşındığı büyükbabasının evini şöyle anlatır; “içinde yaşayanların birbirlerine duyduğu düşmanlık, büyükbabamın evini boğucu bir sis gibi kaplamıştı. Bu hava büyükleri zehirlediği gibi, çocukları da etkiliyordu.” Daha romanın başında aile ortamının çocukların gelişiminde ne kadar önemli olduğunu anlatıyor bize küçük Lyonya. Zamanla büyükannesi ile ile çok iyi anlaşmaya başlar ve onun soba başında kendisine anlattığı hikayelerden büyük keyif alır. Büyükannesinin buğulu ve güven veren sesinden dökülen kelimeler insanlık üzerine derslerle doludur Lyonya için.
Büyükannenin yine soba başında iyilik ve insanlık üzerine anlattığı bir öykü olan savaşçı İvan ile Keşiş Miron’un öyküsünü size aktaralım;

<simsiyah ruhlu taş yürekli.
Gerçekten nefret eder, insanlara haince davranır,
ve bir meşe kovuğunda yaşardı.
Bir baykuş gibi.
Bu gordiyon’un en çok nefret ettiği kişi, bir keşiş gibi yaşayan,
gerçeğin sessiz savunucularından,
barışın sarsılmaz koruyucusu ihtiyar Miron’du.
İşte bu Gordiyon sadık savaşçısını çağırdı.
Adı cesur İvanuşka idi.
“Git şimdi İvanko ve ihtiyar Miron’u öldür.
Başını bu kadar yükseklerde çok tuttu!
Git ve kes kafasını. Ağarmış sakalından tutarak,
Köpeklerimin yemesi için bana getir.”
Sadık ivan emre uyarak,
Kendi kendine acı acı düşünmüş.
“kendi isteğimle gitmiyorum,ama efendimin buyruğu bu.”
Kılıcını toprağın altına gizlemiş ve eğilerek keşişi selamlamış.
“nasılsın ihtiyar? Tanrı sana iyi davranıyor mu?”
bunun üzerine görmüş geçirmiş ihtiyar gülmüş,
ve o bilge dudaklarıyla şöyle demiş;
“Beni kandırmaktan vazgeçmenin zamanı geldi.
Tanrı bunların hepsini biliyor.
İyilik ve kötülük onun elindedir!
Gelişinin nedenini çok iyi biliyorum.”
İvanka keşişin önünde utanmış,
ama söz dinlememenin cezasından korkmuş.
Kılıcını deri kınından çıkarmış.
Ve o soğuk çeliği yukarı kaldırmış.
“sen silahı görmeden işini bitirmek isterdim.
Hadi öyleyse duanı et. Tanrıya son kez yalvar.
Kendin için,benim için ve tüm insanlık için.
Ondan sonra keseceğim kafanı!”
Miron dizlerinin üzerine çökmüş,
Yapraklarını önüne eğen,
Genç meşe ağacının yanında.
İhtiyar gülümseyerek demiş ki,
“bak İvan, çok beklemen gerek!
İnsanlık için edilen dualar uzundur.
Beni bir an önce öldürsen iyi edersin.
Hem de senin için daha az yorucu olur.”
İvan öfkeyle kaşlarını çatmış,
Ve aptalca böbürlenmiş:
“neye karar verildiyse öyle olacak:
bir yüzyıl bile sürecek olsa, dua etmeye başla!”
keşiş hava kararıncaya kadar dua etmiş,
ve akşamdan ertesi sabaha,
ve sabahtan yeniden akşam oluncaya,
yazdan.sonbahara dek.
Ve yıllar boyunca Miron dua etmiş.
Genç meşe ağacı bulutlara yükselmiş.
Ve tohumlar sık bir orman olmuş.
Ve halen kutsal duasının sonu gelmemiş!
Ve onlar bugün bile oradadırlar.
İhtiyar, insanlar için ağlar,
Yardım için tüm içtenliği ile yalvarır.
Ve kutsal Meryem’in gülümsemesi için.
Ve yakınlarda bir yerde savaşçı İvan bekler.
Kılıcı çoktan paslanmıştır.
Ve süslü giysileri parça parçadır.
Yaz ve kış çıplak durur.
Güneşte yanar ama yine vazgeçmez.
Kurtlar tarafından kemirilir ama asla tükenmez.
Kurtlar ya da ayılar,fırtınalar ve soğuklar ona dokunmazlar.
Ne oradan kımıldayacak, ne de bir şey söyleyecek gücü vardır.
Bu çektiği cezadır.
O kötü buyruğa uyduğu,
Ve başkasının vicdanı ardına gizlendiği için.
Ve ihtiyarın, biz zavallı günahkarlar için ettiği dua,
Bugün bile tanrıya yükselir.
Tıpkı okyanusa akan pırıl pırıl bir ırmak gibi. >>

Maksim Gorki’nin Çocukluğum romanı babaannemin Anadolu’nun bir köyünde çocukken, kışın soba başında anlattığı köy hikayelerini aklıma getirdi. Kışın civar köyleriyle bile ulaşımı kapanan köyümüzde çetin geçen kış koşulları biz çocukların kış boyunca köy evinde içerde zaman geçirmemize neden olurdu. Şimdi yüzündeki kırışıklıkları,saçlarındaki kınanın kızıllığıyla ve üzerindeki fistanıyla yaşlı bir kızılderiliyi andıran babaannem, evdeki çocukları tandırın başında toplar tüm hayal gücünü kullanarak türlü türlü efsaneler ve mitolojik hikayeler anlatırdı. Ateşin yaydığı ışık gövdemize vurur kocaman görüntülerimiz duvarlara yansırdı. Onun buğulu sesinden dinlemiştim pepuk kuşunun efsanesini.

Aslında Rusya’nın bir kasabasındaki Lyonya ile dünyanın herhangi bir köyündeki bir çocuk için büyükanneler vazgeçilmezdir. Çocukların ruhsal gelişiminde çok büyük etkisi olur büyükannelerin. Maksim Gorki’nin Çocukluğum romanını, okuyacak her çocuk ve yetişkin kendisinden bir kesit mutlaka bulacaktır. Okuyanların anılarını canlandıracak bu romanda, bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyasını göreceksiniz.

UÇURTMA UÇURMAK

UÇURTMA UÇURMAK

Güzel uçurtmalarımız olurdu ben çocukken. Kendi ellerimizle özene bezene yapardık. İçimizden geldiği gibi süsler,rengarenk kaplardık. En güzeli olsun diye herkes birbiriyle yarışırdı. Gökyüzüne salardık heyecanla. En uzağa gitmeli ve en yükseğe çıkmalıydı. Her çocuk bunun için yarışırdı birbiriyle. Gökyüzündeki gözümüzdü sanki uçurtmalarımız. Rüzgarda dalgalanan kuyrukları saçlarımız, gövdesi gövdemizdi sanki. Yeryüzünü izlerdik büyük bir keyifle. Geniş kanatlarıyla ağır ağır süzülen gururlu birer kartaldılar sanki. Uçurtma yükseldikçe öyle ağırlaşır öyle ağırlaşırdı ki elimizle sıkı sıkı tuttuğumuz ip, havalanıp gökyüzüne gidecekmiş gibi olurduk.

Uçurtmanın ipini bir iki kulaç elimizde toplar, aniden salıverirdik. Bu hareketle uçurtmamız baş selamı vermiş gibi olurdu. Küçük dünyamızdan koca gezegene ilettiğimiz çocukça bir mesajdı adeta. Kolay iş değildi uçurtma yapmak. En önemlisi kuyruk uzunluğunu gövdeye göre ayarlamak ve denge ölçüsünü almaktı. İyi bir denge ayarı olmayan uçurtma diğerlerinin arasında hemen göze çarpardı gökyüzünde. Yanındakiler kendinden emin dolaşırken gökyüzünde, dengesi ayarlanmamış olan uçurtma oradan oraya savrulur rüzgarda, sonrada boşlukta yitip giderdi. Çok koşmuşumdur arkasından uçurtmalarımın,boşlukta yitip giderlerken.

Bazen yarışırdık arkadaşlarımızla. Uçurtmalarımızın kuyruğuna jiletler bağlardık. Gökyüzünde diğer uçurtmaların ipini, jiletli kuyrukları sürtüp kopartmaya çalışırdık. İpi kopan uçurtma rüzgara kapılıp, çok uzaklara sürüklenirdi. Sonunda uçurtması sağlam kalan kazanır, bizimle alay edercesine uçurtmasını gökyüzünde yüzdürmeye devam ederdi. Bu yarış sırasında birbirine dolanıp, büyük bir hızla yere doğru çakılan uçurtmalar da olurdu. Birbirlene sarılı dans eder gibi süzüle süzüle inerlerdi yere. Çıtaları parçalanırdı çoğunun. Ardından ağlayıp evine dönen arkadaşlarımız olurdu.

Çin’de en az 1000 yıllık bir geçmişi olan ve adına festivaller düzenlenen çok güzel bir çocukluk oyunudur uçurtma. Çocuktaki yaratıcılığı ve geniş ufukları ortaya çıkarır. Şimdi evimin penceresinden dışarıya baktığımda bırakın uçurtma görmeyi gökyüzünü bile görmekte zorlanıyorum doğrusu.
Kim bilir yıllar önce ellerimin arasından kayıp, boşlukta yitip giden uçurtmamın biri rengarenk kuyruğu ile geri döner belki , sımsıcak düşlerimin arasına.

Popüler Yayınlar