Translate / dil çevirici

24 Haziran 2010 Perşembe

DAVID HUME

DAVID HUME (1711-1776)
İNSAN DOĞASI ÜZERİNE BİR İNCELEME

İskoçyalı David Hume Edinburg’da küçük bir toprak sahibinin ve katı bir Presbiteryeninoğlu olarak dünyaya geldi. Dünyanın en yetenekli filozoflarından olduğu gibi, İngilizce’yi en iyi kullanan yazarlardan biridir de. Önemli bir özelliği de meslekten bir filozof olmamasıdır.
1745’te, daha önce öğrenim gördüğü Edinburg Üniversitesi’ne Etik kürsüsü için başvurduğunda geri çevrilmişti.


Kendi ifadesiyle en büyük hırsı, yazar olarak üne kavuşmaktı. Filozof ve tarihçi olmanın yanında bir cemiyet adamıydı da, beşeri ilişkilerin adamıydı ve bir ihtiras adamıydı. Ama hiç evlenmedi. Edward Gibbon gibi o da yaşı ilerledikçe hiç hoş olmayan bir biçimde şişmanladı. Dostu olan Fransız romancı ve filozof Denis Diderot’ya göre “besili bir benedikten keşişi”ne benziyordu. Edinburg’da oturduğu isimsiz sokak, ölümünden sonra Aziz David Sokağı diye anılır oldu. Her ne kadar inançsız biri olarak görülse de gerçekten iyi bir insandı. Adam Smith onun için “kusursuz derecede bilge ve erdemli insan kavramına, zaafların hükmü altındaki insan tabiatının bekli de izin vereceğinden daha çok yaklaşan biri” diye yazmıştı.

Hume Edinburg Üniversitesi’ne girdiğinde hukuk alanında meslek edinmek amacıyla öğrenime başlamıştı, ama çok geçmeden bundan vazgeçti. Ruhundaki o yakıcı merak duygusunu doyurmak amacıyla edebiyat derslerine girmeye başladı. Bu duygu öyle şiddetliydi ki sonunda ruhsal çöküntüye yol açtı.

Çünkü müthiş bir yoğunlukla sürdürdüğü okumalar sonucunda bula bula “sonu gelmez tartışmalardan biraz daha fazlası” nı bulmuştu. “Hakikate varmayı sağlayacak bir araç” aramaya karar verdi sonunda. Temel görüşlerine şaşılacak kadar genç bir yaşta varmıştı.

Fransa’ya Descartes’ın da öğrenim görmüş olduğu La Fleche’e gitti. Bugün de bütün kitapları arasında en saygını olarak kabul edilen başyapıtı “A Treatise of Human Nature”ı (İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme) orada yazdı. Kitabı iki kısım halinde yayımladı: 1739’da I. Ve II. Kitapları, 1740’ta da III. Kitabı.

Fakat sonradan yakınacağı üzere “matbaadan ölü doğmuş” tu kitap. Kimsenin dikkatini çekmedi. Kendi yazdığına göre, “gençliğin ateşi alıp götürmüştü” onu. Newton’ın “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri”nde fen adına yaptığını, felsefe adına bir solukta yapmak istemişti.

Bu yüzden uğradığı hayal kırıklığının Hume üzerindeki etkisi muhtemelen hafife alınmıştır. Sonuçta Hume, görüşlerini daha kısa iki çalışmayla açıklamaya yöneldi: “An Enquiry Concerning Human Understanding” (1748, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma) ve “An Enquiry Concerning the Principles of Morals” (1751, Ahlak İlkeleri Üzerine Bir Araştırma). Bu çalışmalarıyla değerlendirilmek istediğini söylüyordu. Zaten düşünür olarak eriştiği olağanüstü önemli etki gücünü de bunlardan birincisine borçlu olacaktı.

Ancak Britanyalı filozof Bertrand Russell’ın da yazdığı gibi “İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme”nin en iyi bölümlerini ve öne sürdüğü sonuçlara onu götüren nedenlerin çoğunu koymamıştı bu kitaba. Hume bir şüpheci olmasına rağmen her bakımdan öyle sayılmazdı. Hume her şeye tam bir şüpheci olarak bakmanın saçmalığa çok yakın durduğunu görmüştü. Felsefeye, o güne kadar yoksun kaldığı sağduyuyu en kuvvetli dozda aşıladı. Ondan beri de hiçbir şeyin etkisi bu kadar kalıcı olamamıştır. “The History of England” (1754-1759, İngiltere Tarihi) adlı eseriyle daha sağlığında üne ve parasal başarıya kavuşmuştu Hume. Bu kitap da yabana atılmayacak bir çalışma olmakla birlikte ilk kitabı kadar etkili ve önemli olmamıştır. Bir süre (1763-1766 arasında) Fransa’da yaşayan Hume, oradayken Paris salonlarının gözdesi oldu. Jean Jacques Rousseau’yla dostluk kurdu ve İngiltere’ye dönüşünde onu da yanında götürdü. Gerçi Rousseau onunla durmadan çekişirdi. Ve onun kendi şöhretini beş paralık etmeye çalıştığı gibi bir paranoyaya kapılmıştı ama, Hume’un üzerind ebeli bir etkisi oldu.


Hume’un felsefesi yalındır, buna rağmen derinliklidir ve ilk başta zor kavranır. Onun felsefesinin en önemli özelliği olan Ampirizmin gelişimine sağladığı çok önemli katkıdır. Terim Yunanca’da deneyim anlamına gelen sözcükten türetilmiştir. Spinoza, Leibniz, ve Descartes gibi 17. yüzyılın büyük filozoflarının hepsi de akılcı idi. Yani bütün düşüncelerini teoriye dayandırmışlardı. Avrupa’da felsefe hep bu yöne eğilimli olmuştu. Akılcıya göre sadece tümdengelime dayanan bir akıl yürütmeyle bilgiye erişmek mümkündür. Üstelik bilgi tek bir sistemden oluştuğu için, her şey ilke olarak bu sisteme göre açıklanabilir. Çünkü her şey bu sistemin bir parçasıdır.


Bacon ve Hobbes’dan itibaren Anglo-Sakson felsefesi bu yaklaşıma karşı koymuştu. Locke(Hume ne kadar adını anmasa da ona çok şey borçludur), hatta idealist piskopos Berkeley amprik yaklaşımı benimsediler. Bu yaklaşımı en etkin biçimde geliştiren ise Hume oldu. Ampirizm insan zihninde “doğuştan gelme idealar” olduğunu reddeder. İdelar ancak sağduyu deneyimiyle oluşturulabilir. Dolayısıyla Platon’un ideaları baştan reddedilir. “ideal tablo” diye bir şey yoktur. Çok sayıda gerçek, gözlemlenebilir tablo vardır. Platon’un ve sonraları da Spinoza’nın öne sürdüğü türden bilgi aslında bilgi değildir. Gerçek bilgiye parça parça ulaşılır. Zorlayıcı, çetin ve daima deneysel bir süreçtir bu. Hume antik çağdan devraldığımız felsefenin “tümüyle varsayımsal” olduğunu yazmıştı. Ona göre herkes, “insan doğasını dikkate almadan…..kendi hayaline başvuruyor”du. Oysa bilimsel yöntemi aklından çıkarmaksızın doğrudan insan doğasına başvurmak gerekiyordu.

Piskopos Berkeley’in ampirizmi, maddenin açıklanamaz olduğu, dolayısıyla da ancak tanrının zihninde varlık gösterebileceği gibi tuhaf gözüken bir sonuca götürmüştü onu. Bu nedenle Hume, ampiristler arasında Berkeley’e yer vermiyordu. Tanrının varlığının gösterilemeyeceğini savunuyordu. Dini düşünceleri incitmeme konusunda özenli davranmak zorundaydı. Hume’un düşüncesine göre tanrı kavramı bir idealar çağrışımı aracılığı ile ortaya çıkar. Yani Berkeley’in, Spinoza’nın ya da Leibniz’in oluşturduğu sistemlerin ardındaki idealar, fanteziden başka bir şeye dayanmaz. Onların temelinde fiili deneyim olmadığını söyler Hume.


Ahlaki yargıların(can almayacaksın, zina etmeyeceksin vb.) gerçek niteliğine ilişkin gayet zekice ve ironik tahlillerinden ötürü aynı zamanda bir psikologdu Hume. Bunların da doğruluğunun gösterilemeyeceğini ortaya koymak zevk veriyordu ona. Böyle yargıların onaylama ve onaylamama duygularına dayandığına inanan Hume, söz konusu duyguların temelinde de getirdikleri iyi ya da kötü sonuçların bulunduğu kanısındaydı. Sözgelmi can almayı yasaklarız, çünkü bunun temelinde yer alan nihai duygu, kendi canımızın alınmasının kötü bir şey olmasıdır. Zaten Hume her şeyi nihai olarak duyumlara ya da acı ile hazza indirgemekteydi. İnsan, diyordu, “fark edilmesi imkansız bir hızla birbirini izleyen, sonsuz bir akış ve hareket içinde bulunan farklı algılardan oluşmuş bir demet ya da derlemdir.” Budist felsefelerde de yankısını bulan bu “demet” teorisi, William James’in çığır açan eseri “The Principles of Psychology” de (Psikolojinin İlkeleri) daha da geliştirilmiştir.

Hume’un felsefesi uzun süre görmezden gelindi. Bazı unsurları, sözgelimi kötülük ve erdemin bizler için neden önem taşıdığına ilişkin açıklaması (buna göre, Hume’un “duygudaşlık” adını verdiği durumdan ötürü genellikle iyiliği tercih ederiz), inandırıcı değildir ve oldukça zayıf, hatta bilimsellikten uzaktır. Kendi sandığı kadar bilimsel değildi Hume’un yöntemi.


Fakat onun felsefi çalışmaları gerektiği gibi anlaşıldıktan sonra eski tarzda “metafizik yapmak”imkansız hale geldi. Hume’dan önemli ölçüde etkilenen ilk büyük filozof Kant’tı. Onu okuduktan sonra, “dogmatik uyuşukluğumdan uyandım” demişti. Zaten Kant’ın felsefesi de büyük ölçüde, ilk kez Hume’un ortaya attığı sorunlara getirilen çözümlerden oluşur.

İnsan düşüncesinde psikolojiden antropolojiye, sosyolojiden tarihe kadar ondan etkilenmemiş bir alan bulmak zordur.

Popüler Yayınlar