Translate / dil çevirici

17 Mayıs 2008 Cumartesi

DÜŞÜNEN İNSAN HAKKINDA DÜŞÜNCELER

Homeros’um ben antik Yunan’da. Troya Savaşı’nın bitmez tükenmez kılıç sesiyim havada çarpışan. Üzerinde orduların vuruştuğu, atların koşuştuğu, kimsenin bir daha hatırlamayacağı, cansız yere düşmüş basit bir savaşçıyım belki. Odysseus’um ben nice savaşlardan dönen, yüreğinde zaferin kıpırtısı hiç bitmeyen. Nice destanlara, şiirlere konu oldu serüvenlerim. Helen uğruna on yıl çarpıştım, gizledim sevda uğruna yaptıklarımı.

Bir zamanlar Konfüçyüs’tüm tarihin gizemli tünellerinde dolaşan. Uzun sakalımla gezindim bütün Çin’i, bıkmadan usanmadan anlattım erdemli insanı her gördüğüme. İktidar ve güç kavgalarının arasında hümanizmi fısıldadım tüm kulaklara.

Anadolu’da dünyaya getirmiş annem beni. Hipokrat’ım ben batıl düşüncelerinizi yerle bir eden. Halen bile adıma yemin eder hekimleriniz. Düşüncelerimle ışık tuttum size binlerce yıl önceden.

Gün gelir, bir öğlen vakti kadeh tokuştururum İskender’le. Benden aldığı güvenle büyür cesareti. Aristo’yum ben mantığınızdaki zincirleri kıran. Ben anlattım Marks’a diyalektiği Akademia’da ayaküstü.

Platon’um ben, şimdi okuduğunuz üniversitelerin ilkini kuran. Akademia’nın soğuk koridorlarında yazdım devletin dinamiklerini. Anlamadınız beni binlerce yıl sonra bile. Adımla anıldı yaşayamadığınız aşklarınız. Gizemine ve güzelliğine varamadığınızı görüyorum halen platonik aşkın. Bir gün astılar hocam Sokrates’i felsefeden aydınlıktan korkan, kendine devlet adamı diyen küçük insanlar. Yitirmedim ustama saygıyı ölürken bile.

Dünyayı geometri teoremlerimle uğraştıran Eukleides’im ben. Şekil verdim yaşantınıza paralel doğrularla. Öğretmeninizin tahtaya çizdiği bir üçgenim. Matematikten değil benden korkarsınız aslında. Sonsuz bir doğruyum geçmişten geleceğe çizilen.

Roma İmparatoru Augustus’u destanlara konu eden şair Vergilius’um ben. Sahtekar ve iki yüzlü bir imparatordan kahraman yarattım istemeden. Kartaca’da aşık ettim Aineias’ı Dido’ya. Dizelerimde sevdiler birbirlerini. Oturup onları izledim satırlar arasında.

Kopernik’im ben güneş sistemini teoriye bağlayan. Karanlıkta yürürlerken yollarını aydınlattım düşüncelerimle Galileo’nun, Kepler’in, Bruno’nun. Gökyüzünde parıldayan bir yıldızım ben ışığı engizisyon karanlıklarında gezinen.

Montaigne’im ben yaşam üzerine düşsel gezintiler yapan. Yazdıklarım yükseldikçe, büyüdükçe küçülttüm kendimi kelimeler karşısında. Unutmayın; “istediğiniz kadar yüksek sırıkların üzerine çıksanız da yine kendi bacaklarınızla yürüyeceksiniz. Dünyanın en yüksek tahtına da çıksanız yine kendi kıçınızla oturacaksınız.”

Zırhını ve kılcını kuşanmış Cervantes’im ben. Don Kişot’la yürüdüm üzerine yel değirmenlerinin. Atım Rosinente kadar yoktur aklı “yüksek tabakanın” görgü dolu beylerinin, bayanlarının. Köylü Sancho Panza’da buldum gerçek dostluğu. Cesaretiniz yok benim kadar görüyorum, başınızı döndüren yel değirmenlerinin üzerine yürümek için.

Merkezine yerleştirdim dünyayı güneş sisteminin. Kepler’im ben, çıraklık ettim bilim adına ne varsa. Beyinlerinizdeki karanlık dehlizleri doldurdum, düşüncelerimle. Camdaki buğuyu siler gibi sildim gözlerinizdeki perdeyi. Her şeye rağmen bilime inandım.

Ulu mahşer olur divan kurulur. Suçlu suçsuz gelir anda derilir. Piri olmayanlar anda bilinir. Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan. Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz. O da bizim ulumuzdur pirimiz. Hakka teslim olsun garip canımız. Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan. Pir Sultan Abdalım gülüm dermişler. Şu şirin canıma nasıl kıymışlar. İsteyene dünya malın vermişler. Sensiz dünya malın neylerim dostum.

Bilimsel düşünce de yöntemler üzerine çalıştım. Günlük yaşantınızdaki kargaşanın ve gereksiz özentilerinizin sizi bilimden uzaklaştırdığını görüyorum, şimdi olmasam da yanınızda. Bacon’ım ben tümdengeldim, tümevarırım.

Teleskopumla izledim evrendeki doğru bildiğiniz yanlışları. Bilim olmadan insan karanlık bir labirentte dolaşır durur. Galileo’yum ben inkara zorladığınız teorilerin kuramcısı. Bıkmadan usanmadan uğraştınız arkadaşlarım ve benle. Dünya yuvarlak demesem de ne kaybeder dünya şeklinden. Dünya sizi değil bizi hatırlayacak oysa.

Bazen dövüştüm bazen savaştım. Çarpıştım yabancı bayraklar altında. Bazen bacaksızları yola getirdim. Ama hep dolaştım durdum kırlarda. Bazen günlerce bazen yıllarca. Sürdüm beyaz atımı dörtnala. Nerede bir boğuşma olduysa dövüştük birlikte cesurca. Yeşil fundalıklar içinde çürüyüp gitmeden, artık zamanıdır küheylanım. Onurumuzla ölmenin. Bertolt Brecht’im ben dünyayı halk tiyatrosuna çevirmek isteyen.

Özgür düşünceyi savundum, korksam da Bruno’yu saran alevlerden. Şüpheciydim doğadaki kavramlara karşı. İnsanı araştırmaya iten şüphe değil midir? Her şey doğada karşıtıyla vardır mutlaka. Ve karşıtını yaratır her eylem. “düşünüyorum, öyleyse varım” dedim, yüzlerce yıl sonra bilen varım. Descartes’im ben var olmaya da devam edeceğim. Ya siz? Yok olmak için bütün çabanız.

Gezdim durdum insanların arasında. Yaşamla olan çelişkilerini gözlemledim ellerindeki izlerde. Onların hikayelerini, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanların hikayelerini anlatım durdum. Demir bir ökçeye sıkıştırılmış insanlığı diriltmek oldu tek çabam. Jack London’ım ben “demir yolu serserileri” inden biri.

Her şey hareket halindeki maddeyle açıklanır, tek içsel gerçeklik harekettir dedim yüz yıllar önce. Düşünce ve tutkularımızın kaynağı hareket halindeki maddedir aslında. Bencil ve mekanik doğanızı eleştirdim, hükümranlığa boyun eğmeyin diye. Görüyorum ki esir olmuşsunuz gittikçe sizi yöneten su canavarına. Thomas Hobbes’um ben psikolojinizin iç gözlemcisi.

Duygularıyla yargılamaya alışkın olanlar akıl yürütme sürecini anlamaz, çünkü ilk bakışta görür onlar ve ilke arama alışkanlıkları yoktur. Diğerleri, yani ilkelere göre akıl yürütmeye alışkın olanlar ise tersine duygu meselelerinden hiç anlamazlar, bunlar hep ilkelere bakar ve ilk bakışta göremezler. Blaise Pascal’ım ben yüreğin mantığı ile aklın mantığını çarpıştıran.

Bir bireye öylesine bakarken, ondan ister psikolojik terimlerle söz ediyor olalım ister fiziksel terimlerle, onu tek bir birey olarak düşünürüz. Fiziksel bir olay zihinsel terimlerle açıklanabileceği gibi, zihinsel bir olay da fiziksel terimlerle açıklanabilir. Spinoza’yım ben; İnsan kendi duygularına tutsak oldu mu, kendi kendinin efendisi değildir artık, tarihin insafına kalmıştır. Felsefe tarihindeki yerimi aldım ben, siz düşünün gerisini.

Dünya beni nasıl görüyor, bilemeyeceğim; ama ben kendimi, deniz kıyısında oynayan bir çocuk olarak görebiliyorum ancak. Gerçeğin okyanusu, bütün o keşfedilmemiş enginliği ile önünde uzanırken, arada bir yüzeyi diğerlerinde daha pürüzsüz bir çakıltaşı, yahut sıradan deniz kabuklarından daha gösterişli bir kabuk buldum diye sevinen bir çocuk. Isaac Newton’ım ben kütlenizin çekim kuvvetini bulan

ORFEUS VE EURIDICE MİTOLOJİK HİKAYE

ORFEUS VE EURIDICE:

Yunan mitolojisinde romantik bir serüvenin kahramanı olan Orfeus, Trakya Kralı Oeagre’nin Kalliope adlı (insanların güzel konuşma, merhamet duyma ve inandırma güçlerini yöneten) ilham perisinden olan oğludur. Başka bir rivayete göre de Orfeus, Apollo’nun Klio adlı(insanların şiir ile tarihe olan ilgilerini yöneten) ilham perisinden dünyaya gelen oğludur. Argonautlar seferine de katılan Orfeus’a Apollon günün birinde bir lir verir. Orfeus lir çaldıkça bütün doğa kendinden geçer, vahşi hayvanlar kulak kesilir, ağaçlar, kayalar müziğin büyüsü ile yürümeye başlar. Orfeus, Euridice isimli sevgilisiyle evlendiği gün, Euridice’yi bir yılan sokup öldürür. Bu korkunç durum karşısında Orfeus karısını bulmak için yer altı ülkesine kadar gitmeyi göze alır. Müziğinin olağanüstü büyüsüne başta tanrılar tanrısı Zeus ve hatta ölüler ülkesinin merhametsiz tanrıçası Persefon bile hayran kalır. Orfeus’a acıyan tanrılar, Euridice’yi bir şartla geri vermeyi Orfeus’a vaat ederler. Bu şarta göre; Orfeus’un ölüler ülkesinden çıkıncaya kadar Euridice’nin yüzüne bakmaması gereklidir. Ancak Orfeus yolda dayanamaz ve Euridice’nin gelip gelmediğini anlamak için arkasına bakar ve bakınca da Euridice tekrar geri alınır. Yeryüzüne eli boş dönen Orfeus bütün kadınlardan nefret eder ve bir rivayete göre de Bakantlar tarafından parçalanarak ölür. Çektiği özlemin ateşini bir türlü dindiremeyen Orfeus’un kendine hakim olamayıp merakına yenilmesi her şeyin sonu olur ve böylece güçleri kendinde toplayabilmenin, kendine hakim olmaktan geçtiği gerçeği bu konunun merkezinde yer alır.

VERGILIUS

VERGILIUS ( MÖ 70-19)

Publius Vergilius Maro, Etrüsk kökenli bir toprak sahibinin oğlu olarak Mantova’da dünyaya geldi. Ailesinin ne ile uğraştığı konusunda birkaç görüş vardır. Bir iddiaya göre “çömlekçilik” başka bir iddiaya göre de “ulaklık” yapıyorlardı. Vergilius büyüyünce iri yapılı taşralı bir adam görünümüne bürünmüştü. Kanlı basur, mide ülseri ve baş ağrıları gibi kronik hastalıkları vardı. İyi bir eğitim aldı, Roma’da en iyi öğretmenlerden retorik(hitabet sanatı) öğrendi. İskenderiyeli bir şair olarak edebiyat çevrelerine girdi. Romalılar’ın hedefi teknik yetkinlik kazanmaktı, “sanat için sanat” yapmaktı yani. Ancak bir yandan da Latince şiirin, Yunanca şiir kadar iyi olabileceğini gösterme gibi istekleri vardı. En kötü eserlerinde bile özen ve incelikten esintiler vardır.

Çok geçmeden bir meslekte yetkinleşme düşüncesini bir yana bırakan Vergilius, MÖ 49’da (Julius Caesar ile Pompeius arasında) iç savaş başlayınca Napoli’ye çekilerek bilge Siron’un gözetiminde Epikirosçu felsefeyi öğrenmeye koyuldu (siron villasını daha sonra vergilius’a bırakacaktı). Julius Caesar suikastini izleyen yıllarda Augustus, iktidarı ele geçirmeyi başardı.

Burada İmparator Augustus ‘tan kısaca bahsetmek gerekiyor. İmparatorluk dönemi Roması’nın cumhuriyetçi mimarı dikkate değer sanatsal eğilimler taşımaktaydı. Bütün fetihlerini Roma’nın iyiliği için yaptığını belirtir. Tuğladan yapma bir Roma şehri bulduğunu ve geriye ise mermerden bir şehir bıraktığını belirterek övünür. Augustus katı ahlaki reformlarıyla tam bir kurnazlık, hilekarlık ve ikiyüzlülük ustası olarak tanımlanırdı.

Vergilius’un şiirsel başarısıyla özünde gerici olan Augustus’un böyle yakından ilişkili olması ve kesişmesi bir talihsizlik olarak ifade edilebilir. Tanışmalarından kısa bir süre sonra çok geçmeden hükümdar ile Vergilius arasında büyük bir Roma destanının konusu üzerinde görüşmeler başladı. Destanın kahramanı Roma olacaktı. Augustus’a göre Roma demek kendisi demekti zaten. Dolayısıyla destan aslında kendisi ile ilgili olacaktı. Vergilius’un bu konudaki düşünceleri bilinmemekte ancak ölüm döşeğindeyken şiirinin yakılmasını istemesi bu işi pek gönülden yapmamış olduğunu gösterir.

Vegilius daha önce yazdığı iki şiir dizisiyle zaten üne kavuşmuştu. Bucolica ya da Eclogae (Sığırtmaç Türküleri) ve Georgica (Tarım Üzerine) bunların ilki on şiirden oluşan bir dizidir. Georgica çiftlik hayatı üzerine dört bölümlük uzun bir şiirdir. Kentli bir adamın kırsal hayata sofistike bakışını anlatır.

MÖ 31’de Augustus eski müttefiki Marcus Antonius’a karşı Actium savaşını kazandı. Böylece iki yıl içinde önünde pek bir engel kalmadı. Roma’nın en iyi şairinin, onun hükmü altındaki Roma’nın şanını yazması gerektiği düşüncesi de buradan çıktı. Augustus edebi bir takım çalışmaları olsa da bunu beceremeyeceğini biliyordu. Vergilius’a baskı yaptı. Vergilius bu konuda ne kadar hırslı olsa da durumdan hiçbir zaman hoşnut olmamıştı. Zamanla ortaya çıkan ve Vergilius’un Augustus’a göstermekten kaçındığı “Aeneas “ adlı eser, şair Propertius tarafından Homeros’un İlyadası’ndan daha büyük olarak tanımlanmıştı bile.

Vergilius MÖ 23 yılında ikinci ve dördüncü kitapları Augustus’a kendisi okudu. MÖ 19 yılında ise üç yıl sürmesi planlanan bir Yunanistan ve Asya gezisine çıktı. Gezi için şiirlerindeki son pürüzleri gidereceğini gerekçe gösterdi. Amacı uzaklaşmaktı. Zaten o tarihten sonra da kendisini felsefeye verdi. Yunanistan’a vardığında Megara kentinde Augustus ile bulştu. Onun isteği üzerine birlikte İtalya’ya dönmeye ikna oldu. Fakat daha Yunanistan’dayken ağır bir şekilde hastalandı. Brundisium’a (birindisi) vardıklarında öldü. bu arada, mirasından sorumlu olan Varius’a şiiri imha etmesi için talimat vermişti. Anlaşılan Aeneas’ta kabullenemediği kendisine ait muhteşem dizeler değildi. Kendisine ait olmayan; korku,sahtekarlık, çıkar ilişkileri ve bağımsızlıktan yoksunluk gibi duygulardı. Augustus ölüm döşeğinde dile getirilmiş bu isteği dikkate almama emrini Varius’a vererek şiiri yayımlatır.

Çok geçmeden Aeneas bir klasik haline gelir. Dante’de “İlahi Komedya’da” onu bir kahraman seviyesine çıkardı. “Aeneas’ın “ ilk bölümüyle bir “Odysseia” ikinci bölümüyle de bir “İlyada” olduğu, daha Vergilius’un sağlığında anlaşılmıştı. Aeneas adlı eserde Troyalı Aineias’ın Kartaca’ya varması sonra geriye dönüşler ile Troya’nın yağmalanması anlatılır.ardında şiirin en ünlü bölümü gelir: Aienias’ın Kartaca’da Dido ile yaşadığı aşk, onu acımasızca terk edişi ve Dido’nun Aineias’a aşkından kendi canına kıymadan önce ona beddua edişi anlatılır. Ardından da Aineias, cehennem bölgelerine iner.

Şiirin ikinci yarısında ise Augustus’a incelikle işlenmiş övgüler yer alır. Çok özenli bir anlatımla da imparator Aineias ile ilişkilendirilir. Bu bölüm, Troyalılar ile Latinler arasındaki savaşlara ayrılmıştır. Latinlerin komutanı Turnus, Homeros’un Akhilleus’una benzetilmiştir.

Kısaca Vergilius, Augustus’un istediği temayı müthiş bir şekilde anlatmıştır. Acaba cesaret etmiş olsaydı Augustus için nasıl bir şiir yazmak isterdi ?

THOMAS HOBBES

THOMAS HOBBES

İngiliz siyaset ve ahlak felsefesinin kurucusu Thomas Hobbes, çok uzun(1588-1679) yaşamış ve hemen her konuda eser vermiştir. Sadece felsefe alanında değil, din, matematik, mantık, psikoloji, dil ve optik alanlarında da. Cromwell Cumhuriyeti döneminde Paris’te yaşarken, kendisi gibi orada sürgün olan ve sonradan II. Charles olarak tahta çıkan çocuğa özel öğretmenlik yapmıştı (1646). Çağının neredeyse bütün düşünce adamlarını tanıyor, onlarla mektuplaşıyordu. Galileo, Descartes, Bacon gibi başlıcaları en çok borçlandıkları arasındadır. Düzyazı eser verme bakımından üretkenlikte hiçbir filozof onu geçememiştir desek pek de yanılmayız. Hatta şair yönü de vardı Thomas Hobbes’un; hayata yalnız bir filozof ve psikologun gözüyle değil, bu alanda pek başarılı olamasa da, ironik bir şairin gözüyle bakıyordu aynı zamanda.

Onun en ünlü eseri ve dünya edebiyatının en tartışmasız klasiklerinden biri olan “Leviathan” çoğunlukla yanlış anlaşılmıştır. İspanyol armadası yaklaşıyor diye korkuya kapılan annesinin erken doğum yapması yüzünden prematüre doğan Thomas Hobbes, bunu gerekçe göstererek kendini korkak biri gibi sunsa da, yazıları aslında çok cüretkar ve yiğitçedir. Bazı eserlerine yayın yasağı konan bir ateist olarak tanınmıştır. Thomas Hobbes kime saldıracağını çok iyi biliyordu. Nitekim kralların ilahi hakkını tanımadığı için kralın taraftarlarına, Püritenlere, özellikle Katoliklere ve hangi saftan olursa olsun bütün ahlakçılara saldırdı. Yalnızca eserlerinin değil, kendisinin de yakılmasını isteyen pek çok kimse vardı. Thomas Hobbes’u anlamamızı sağlayacak kilit nokta, Galileo’dan öğrendiği tümdengelim yöntemine tutkuyla bağlı kalmakla birlikte, kışkırtıcılık yeteneğinin tamamen farkında bir ironi üstadı da olmasıydı.

Thomas Hobbes, İngiltere’nin batı illerinden Gloucestershire ile Wiltshire arasındaki sınırda yer alan Malmesbury’de doğdu. Babası kimseyi umursamayan, kumara düşkün, fevri tabiatlı bir köy papazıydı ve bir başka papazı dövünce ortadan kaybolmak zorunda kalmıştı. Oxford’daki parlak kariyerinin ardından Thomas Hobbes, hayatının tamamen değilse de büyük bölümünü Devonshire ailesinin hizmetinde geçirdi. Charles’ın özel öğretmeni ve refakatçisi olarak kara Avrupası’na gittikten sonra Machiavelli’yi tanıdığı gibi, oradaki son düşünce akımlarını da öğrendi. Gerçi Francis Bacon’ın tümevarım yöntemini benimsemiyordu ama, Bacon’la kişisel ahbaplığı sayesinde Aristoteles’e dayanan skolastisizmi ve o dönemdeki aşırı soyut akıl yürütme yöntemini kesin biçimde reddebildi. Bacon’ın, sözcüklerin anlamsız ve içi boş bir şekilde kullanılmasına ilişkin “çarşı İdolleri” kavramından da etkilendiği açıktır. Dinin kendisinden hazzetmediğini düşünmek için bir neden olmasa da uygulanış biçimine büyük bir tepki duyduğu doğrudur.

“insanın gizli düşüncelerinde her şeye yer vardır; mukaddes, müstehcen, tehlikeli, hafif olabilir bunlar, hem de utanç ve suçluluk olmadan” derken, filozof olmaktan çok şairdi. Ama sadece bir filozof ve siyaset teorisyeni olarak değerlendirildi. Asla yeterince anlaşılamamış olan, onun meşru sınırlar içinde olabileceği ölçüde dünyaya ilişkin kesin biçimde bilimsel olan araştırmalara bilimsel bir açıklama ortaya koymak istemesiydi. Çağının dini uygulamalarını gerçekle ilgili bir şey değil de bir hukuk sistemi olarak görüyordu. Öte yandan Tanrı’nın Eyüb Peygamber’e sorduğu şu soru da pek hoşuna giderdi: “Ben yeryüzünün temellerini atarken nerdeydin?”

psikolojiyi iç gözleme başvurarak açıklamıştır: “ kişi düşünür, fikir yürütür, akıl yürütür, ümit eder, korku duyarken vb. kendi içine bakıp da ne yapmakta olduğu ve bunu neye göre yapmakta olduğu üzerinde dikkatle durursa, benzer durumlarda diğer bütün insanların düşüncelerinin ve ihtiraslarının neye benzediğine dair bir sonuca varacak, bunları da bilecektir.”

Thomas Hobbes “leviathan” dışında, Latince kaleme alınmış felsefi üçleme (1651-Devlet ile Toplumun Felsefi Temelleri-Philosophical Rudiments of Goverment and Society) ile Latince ve İngilizce otobiyografiler gibi başka önemli eserler de verdi. İngilizce eserleri on bir cilt kadardır. Latince yazdıkları ise beş.

Leviathan’ın amacı, insanın birey olarak rahata, güvenliğe ve huzura kavuşmasının bedelini anlatmaktır (Kitabı Mukaddes, Eyub Kitabı, Bab 41’de”Levyatan” adıyla geçen su canavarıdır bu ve Hobbes’un tezindeki hükümran devletin dehşet salan gücü için bir metafor olarak kullanılmıştır). Galileo’nun fiziksel evrenin keşfinde tümdengelim yönteminden yararlanmasından esinlenen Hobbes, insan faliyetlerini de aynı kesinlikteki tabirlerle tahlil etme peşindeydi. ( Hatırlatma; tümdengelim yöntemi doğru öncüllerden tartışma götürmez sonuçlar çıkarılmasını içerir; tümevarım yöntemi ise yalnızca olabilirliklerle ilgilidir.) Thomas Hobbes’un inancına göre her şey “ hareket halindeki madde”yle açıklanabilirdi. tek bir şey gerçektir” diye yazıyordu: “Fakat o da bizim yanlışlıkla bir şey olduğunu iddia ettiğimiz şeylerin temelini oluşturur. Tek içsel gerçeklik…harekettir.”

Tıpkı Spinoza’nınki gibi Hobbes’un evreni de maddidir. Düşünce ve tutkularımızın hepsi hareket halindeki maddeden kaynaklanır. Der ki, insanlar toplu halde yaşayan karıncalara ya da arılara benzemez; onların tersine rekabet eder ve “akıl”larını kullanırlar. Karıncalar ve arılar doğaları gereği birbiriyle uyuşur; insanlar ise ancak yapay olarak uyuşabilir.

Bu dünyada en büyük mutluluk, diğer bütün şartların eşit olması koşuluyla, karamsarların mutluluğudur. Hobbes kendi durumunu tarif etmekten keyif almaktadır aslında. Bu durumdaki insanlar, ölümden korktukları ve güvenlik istedikleri için bir hükümdara mutlak iktidar vermeye razı olurlar. Belki de kendi tarzı ile Hobbes, bu kadar bencil ve mekanik olduğu için insan doğasını eleştirmekteydi. Leviathan adlı eserinin bir bölüminde şöyle yazmıştır:

“Periler, hangi dükkanda ya da tezgahta dürdüler bu defteri, bir türlü bulamadı kocakarılar. Fakat gayet iyi bilinir ki Papazlar’ın Tezgahı, Üniversitelerdir ve buralardaki bilgi dalları da Papalık makamından kaynaklanır. Denir ki Periler bir insandan hoşnut kalmadıklarında, onu cezalandırmak için cinlerini salarlarmış üstüne. Kilise de bir sivil devletten hoşnut kalmadı mı kendi cinlerini yaratır. Hurafedir bu, meczup rahiplerdir. Fitne vaazları vererek hükümdarlarının ayağını kaydırırlar; kimi zaman da vaatlerle meczup edilmiş bir hükümdar, bir diğerinin ayağını kaydırır.”



PLATON VE DÜŞÜNCELERİ

PLATON (MÖ ykş. 429-347 )

Felsefe denildiğinde akla gelen ilk isimdir desek yanılmayız. Eflatun olarak da bilinir. Sokrates’in öğrencisi Aristoteles’in ise hocasıdır. Gerçek adı Aristokles olmasına rağmen geniş omuzları ve atletik vücut yapısından dolayı kendisine Platon denildi. Platon kelimesi Yunanca’da “geniş göğüslü” anlamına gelmektedir. Modern tarihin filozoflarından Alfred Noth Whitehead’in öne sürdüğüne göre Platondan sonraki felsefe “onun eserlerine yazılmış bir dizi dipnot”tan ibarettir. Tam doğru olmasa bile felsefe kronolojisi düşünüldüğünde iddaya tamamen karşı çıkmak da mümkün olmuyor.

Hocası Sokrates’in düşünceleri Platon’un düşüncelerinin kaynağı olarak görülse de, evrensel anlamda ilk rasyonel (akılcı, mantığa dayanan) filozof sayılmasıyla ondan önce gelir Platon. Platon kendinden önce gelen Thales, Parmenides ve özellikle Herakleitos gibi filozoflardan çok şey öğrenmişti.

Platon’un en büyük eseri ve bu güne kadar da etkisini devam ettiren Politeia’dır(Devlet). Platon’un Devlet adlı eserinin yazılış tarihi tam olarak bilinememektedir. Araştırmacıların tahmini MÖ 380-370 tarihleri arasını işaret etmektedir. Sonuçta eseri Platon’un hayatının orta dönemi ile ilişkilendirmek doğru olacaktır. MÖ 404’te Atina’yı yöneten Tiranlıları sert şekilde eleştirmiş ve hepsini fikirleriyle toptan mahkum etmişti. Hocası ve ölene kadar yanından ayrılmadığı yaşlı dostu Sokrates, “dine hürmetsizlik” ve “gençlerin ahlakını bozma” (oysa içinde bulundukları cehaleti göstererek aydınlatmıştı onları) gibi suçlamalarla yönetim tarafından 399’da idam edilince, Platon’un devlet konusundaki hayal kırıklığı gittikçe derinleşti. Kendisi gibi hayal kırıklığına uğramış Sokrates’i desteklemiş başka öfkeli insanlarla birlikte İtalya ile Sicilya’ya gitti; yaklaşık 385’te, yaşı 45’e gelince, sonradan Akademia adını alacak olan okulda dersler vermeye başladı. Atina’nın etkilerinde, Akademos adındaki kahramandan(kelime yi de buradan türetmiştir) dolayı kutsal niteliği olan bir korunaktı burası. Dünyanın ilk üniversitesi de bu Akademia dır.

Platon’un Devlet adlı eserinin tarihsel zeminine II.Dionysios ile Kallipos’un arasındaki siyasi çekişmeden ortaya çıkan devlet ve toplum üzerine tezler oturtulmuştur. Acaba Platon devlet çıkarları uğuna bireyi bastırmış olmanın sorumluluğunu taşımış mıdır ? Devlet gerçekte açık toplumun düşmanı mıdır? Günümüzdeki devlet toplum ilişkilerine baktığımızda bile sanki tez doğru gibi. Platon’a göre kolektif olan, yani bir bütün olarak halk,devlet, kendi çıkarlarını kollama güdüsüyle hareket eden salt bireyden daha önemlidir. Öğrencisi Aristoteles, bu teze katılmamış, bir topluluğun mutluluğunu, üyelerinin mutluluğundan ayrı düşünmenin anlamsız olacağını belirtmiştir.

Platon’un mağara teorisini burada açmak gerekiyor. Platon’a göre gerçek yaşadığımız hayat değildir. Biz sadece gerçeğin yansımasıyız. Bunu da şöyle açıklar: “Bir mağarada yaşayan insanları getirin gözünüzün önüne, bunlar zincirle bağlanmış sırtları mağaranın girişine dönük olsun. Tam arkalarında da bir ateş yanıyor. Mağaranın dışından geçenlerin gölgeleri ateşin ışığının etkisiyle, sırtı girişe dönük oturanların başları üzerinden geçip onların baktığı duvara yansıyor. Bu gölgeler mağarada yaşayan bizler için (kastedilen içinde yaşadığımız dünya, bulunduğumuz durum) gerçekliğin görüntüsüdür. Şeyleri gerçekten oldukları gibi görebilmek için acıyı ve şoku yaşayıp mağaradan kurtulmak gerekiyor. Üstelik mağaraya geri döndüğümüzde de herkes yüzümüze gülecek ve kimse anlattıklarımıza inanmayacaktır.” Bu örnekle Platon gerçekten nesnel standartlar olduğunu ileri sürmektedir. Sözgelimi tam anlamıyla gerçek bir daire yoktur. Sadece zihinde yaratılan, kurgulanan kusursuz bir daire vardır. Yani dairenin düşüncesi kavramı, “daire idea’sı” vardır.

Bu kuramla ortaya çıkan sonuç platonik aşkı da açıklamış oluyor. Platonik aşk adından da anlaşılacağı gibi Platon’un adından geliyor. Platona göre aşk gerçek sevgidir. Fiziksel doyum içermez. Yani ilişkide olunan kişiyle gezmek, dolaşmak, edebiyattan, sanattan, müzikten vb konulardan sohbet etmektir. Bu tip aşkta mağara örneğinde çıkan sonuç üzerine her şey düşüncede idea da yaşanır, gerçekten fiziksel bir aşk yaşanmaz. Platonik aşk herkesin yanlış bildiği karşılıksız bir aşk olarak ifade edilemez. Karşılığı vardır ve kişiler bunu düşüncelerinde yaşarlar, fiziken yaşamazlar. Demek ki en azından platonik aşklar oldukça Platon yok olmayacak ve düşüncelerini şimdi olduğu gibi gelecekte de devam ettirecektir.


PİR SULTAN ABDAL VE MÜCADELESİ

PİR SULTAN ABDAL

Pir Sultan Abdal, 16. yüzyıl Osmanlı toplumunda yaşamış, şiiri ve eylemleriyle halka mal olmuş, halkla bütünleşmiş bir dava adamı ve lider ozandır. Alevi-Bektaşi edebiyatının en büyük şairi kimdir ? diye sorsak, cevabı kuşkusuz Pir Sultan Abdal’dır. Pir Sultan’ın politik yönü, “şah!,şah!” deye şiirlerinde geçen ünlemelerinden de anladığımıza göre, 16. yüzyıl Alevi-Kızılbaş halkının Sünni Osmanlı Devleti’ne başkaldırışının sözcülüğü ve liderliğidir.

Pir Sultan’ın Padişah’a karşı Şahtan yana olması, kendi imparatoruna karşı yabancı bir imparatoru tutmak değildir. Anadolu köylüsünün dili ve yoksulun özgürlük istemiyle koşuşan, satılmış softaların karşısına dikilen Pir Sultan, insanın insana kulluğunun hiçbir türlüsüne boyun eğecek yaradılışta değildi. Onun Osmanlı Sarayı’na ve bütün saraylara karşı halkın savunucusu saymadan kişiliğine, şiirlerine anlam verebilmek mümkün olmayacağı gibi asılması olayını da kolaylıkla açıklayamayız. Pir Sultan halkın, kendinden kopmuş bir saraya direniş simgesiydi. Suç işleyen Pir Sultan değil Padişahın ta kendisiydi aslında. Halkına ihanet etmiş bir Padişah, padişah’a karşı gelen bir ozandan daha az suçlu olamaz elbette. İnsanlık anlamında bile Pir Sultan, halkından haberi olmayan saraydaki sağır sultandan iyiydi. Bir tarafta sarayın surları içine kapandıkça kapanan köylünün halinden haberi olmayan bir sultan, bir tarafta Sivas’ın Banaz Köyü’nden dünyaya açılan Pir Sultan. Osmanlı padişahı halktan koptukça koparken, halk doğal olarak kendinden kopmayan devrimcilere sıkı sıkıya sarılmıştı.

Sanatçının ürettiklerinin ve anlatmak istediklerinde yaşadığı dönemin sosyal, siyasal ve toplumsal dokusundan mutlaka izler vardır. Bu nedenle Pir Sultanı ve düşüncelerini daha iyi anlamak için öncelikle 16. yüzyıldaki Osmanlı toplumsal yapısından bahsetmek daha doğru olacaktır.

Bir toplumdaki sosyal doku ile toplumsal halk muhalefeti arasında mutlaka diyalektik bir bağ vardır. Bir hareketin doğuş nedenini toplum düzeninin biçiminde, ekonomik ve sosyal karakterinde aramak gereklidir. Bilindiği gibi Osmanlı toplumunun sosyal dokusu, egemenlik altına alınan toprakların doğal ve özgül koşullarına göre değişiklik gösteriyordu. Birbirinden farklı bir çok toplum düzeninin bazen yalın bazen de karmaşık olarak yan yana yaşadığı görülüyordu. İlkel bir aşiret yaşantısının yanında, gelişmiş şehir lonca sistemi, toprak köleliğine dayanan derebeylik düzeninin yanında milletlerarası kervan ticareti gibi birbirinden yapı bakımından farklı oluşumlar, ekonominin karmaşık yüzünü oluşturuyordu.

Sözgelimi ele geçirilen bazı bölgelerde bazı derebeylerin mülkiyet hakları aynen korunmuştu. Osmanlılar’da Beyrut, Suriye, Halep, Bağdat, Basra, Hicaz, Yemen vilayetleri ile Kürt Beylikleri; Rumeli’de Bosna-Hersek, Eflak, Boğdan, bölgeleri Osmanlı toprak sisteminin dışında bırakılmıştı. “burada toprak ve köylü, aşiret şeyhlerinin, derebylerinin, feodallerin öz malıydı.” Bizans ve Trabzon İmparatorlukları yaşamlarını sürdürürken, burada da toprak köleliğine dayalı sıkı bir feodalizm egemendi.

Anadolu’nun dışında kalan bölgelerde üretim ilişkileri böyleyken, Orta Anadolu’da yani Pir Sultan’ın yaşadığı coğrafyada durum neydi acaba?
Osmanlı Sultanı’nın mülkün ve yönetimin tek sahibi olduğu gerçekte salt bir formülden başka bir şey değildi. Gerçek böyle değildi. Büyük devlet memurları, vezirler yani feodal eşraf ve Osmanlı Devleti’nin aristokrat zümresi Sultan namına devleti idare ediyordu. Osmanlı Devleti’nin siyasi anlayışı feodalite zümresi çıkarlarına uygun biçime sokulmuştu. Din adamları, Kanunname-i Cedid gibi kanunnamelerle feodalizme dinsel kılıflar hazırlanmıştı. Padişah, sadrazam ve şeyhülislam arasında sıkı bir dayanışma vardı. Padişahın fermanları, sadrazamın hükümleri ve şeyhülislamın fetvaları birbirini tamamlar nitelikteydi. Sonrakiler öncekinin görüşlerine kılıf hazırlayarak destek çıkıyorlardı. Marks’ın dediği gibi “iktisadi bir modele nitelik kazandıran mülkiyet biçimi değil üretim ilişkilerinden ortaya çıkan sömürü biçimidir.” Osmanlı’da da üretim ilişkilerine bakınca bazı bölümlerde feodal yapıyı kolaylıkla görebiliriz.

Osmanlı’daki toprak dağılımını üç grupta toplayabiliriz:
1- kişisel arazi ve mülkler(sultan tarafından kişilere verilen mülkler)
2- vakıf arazi ve mülkler(dinsel yollarla edinilen büyük mülkler)
3- devlete ait arazi ve mülkler( sarayın ve askeri feodallerin elindeki mülkler)
Devlet arazilerindeki dağılımın en belirgin biçimi “timar” olarak adlandırılır. Timar’ın kurumsal anlamı şudur: Devlet(sultan, padişah) belirli topraklar üzerindeki gelirlerini belli bir hizmet karşılığında ordu mensuplarına bırakmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda gözlenen has, zeamet ve timar, belli yörelerin toprak ve öteki gelirlerinin asker, sivil yöneticilere verilmesi biçimindeydi. Bu topraklarda çalışan köylü herhangi bir mülkiyet hakkına sahip değildi. Toprağı işler, ürünün çok büyük bir bölümünü vergi olarak verirdi. Bu vergi aşar ya da haraç olarak adlandırılıyordu. Osmanlı Döneminde öşür,haraç ve ciziye olmak üzere halktan alına vergilerin seksen tür olduğu kimi kaynaklarda belirtilir. Günümüz iletişim araçlarına rağmen vergi kaçakçılığı, rüşvet ve yolsuzlukların boyutu düşünüldüğünde o dönemin vergi sisteminde nelerin yaşandığını ve halkın neler çektiğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Biraz da Osmanlı Devleti’ndeki ideolojik yapıya değinmek gerekir. Sınıflı toplumların tümünde olduğu gibi Osmanlı toplumunda da ezen ve ezilen sınıflar ile bunların kendine has ideolojileri olacağı açıktır. Avrupa dahil feodal toplumlarda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de dinsel ideolojiler egemendi. Bu da bir çeşit ümmetçilikten ibaretti. Osmanlı toplumunda islami devlet olmanın sonucu olarak en büyük kanun şeriat kanunları geçerliydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda egemen resmi ideoloji olan Sünnilik daha çok saray çevresi ile taşradaki egemen katmanlar arasında, Mevlevilik daha çok şehir çevrelerinde, Bektaşilik kasaba çevrelerinde, Alevilik ve türevleri ise daha çok kırsal kesimlerde ve İslamlığı seçmek zorunda bırakılan gayrı Müslim unsurlar arasında barınmıştı. Feodalizmin ideolojisi ümmetçiliğin Anadolu’daki yansıması olan Sünnilik, kurumlaşmış düşünce olarak egemen kesimin sömürü ve baskı öğretisi haline dönüşürken; ezilen düşünce olarak Alevilik ve türevleri (Kızılbaşlık, Babailik,bedreddinilik gibi) gibi heterodoks (farklı düşünceler) düşünceler de köylülüğün öğretisine dönüştü. Alevilik inanç sistemi, feodal toplumdaki emekçi kesimin düşüncesi durumundaydı. Aslında Anadolu’daki dinsel görünümlü halk hareketleri, Avrupa’daki benzeri köylü ayaklanmaları gibi özünde sınıfsal mücadeleden başka bir şey değildi.

Çağdaş düşünce sistemlerinin ve değer yargılarının yerleşmediği dönemlerde, dini kurumların önemi oldukça büyüktü. Çünkü din yönetici kesimlerin başlıca sömürü ve baskı aracıydı. Bunun en çarpıcı ve en acılı örneklerinden biri 1514’ de gerçekleştirilen alevi katliamıdır. Osmanlı Padişahı Yavuz Selim, bir paylaşım savaşı ve genişleme kavgası olan Çaldıran Savaşı’ndan önce emekçi kitleleri yanına çekemeyeceğini anlayınca halkı harekete geçirmek ve çıkar savaşına araç edebilmek için Anadolu’ya gönderdiği memurları ve askerleri aracılığı ile yediden yetmişe Kızılbaş-Alevileri defter ettirmiş(fişlemiş yani) elli binden fazla kişinin yok edilmesi ve binlerce evin tahrip edilmesi ile sonuçlanan kitle katliamına girişmişti.

Özellikle Yavuz’un Halifeliği Savaş yoluyla alarak, Osmanlı İmparatorluğunda Sünniliği resmi ideoloji haline getirmesi, sarayla halk arasındaki inançsal-düşünsel çelişkiyi daha da arttırmıştır. Öte yandan Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’in de Şiiliği egemen inanç yapması, Anadolu Alevilerinin oraya daha da yakınlaşmasına yol açmıştır. Osmanlı yönetimi ile ters düşen kitleler Şah yönetimine bir dayanak gözüyle bakıyordu. Şah İsmail, “Hatayi” mahlasıyla yazdığı ustaca Türkçe şiirleriyle, özellikle alevi halk üzerinde oldukça etkili oluyordu.

16. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı ekonomik bunalımın toplumsal yapı ve halk üzerinde yarattığı etki de bu siyasal gelişmelerin üzerine gelmişti. Amerika kıtası keşfedilmiş, Akdeniz yerine Afrika’nın güneyinden geçen yeni ticaret yolları ve gelir kaynakları bulunmuştu. Matbaa icat olmuş ve kültürel akış hızlanmıştır. Avrupa bilim ve sanat üretirken, Osmanlı kendinden olmayan halk kitlelerini tüketmekle uğraşmaktaydı. Kısaca Avrupa canlı ve hareketli bir yaşama geçmiştir. Böylece ticaretin alanı ve boyutları, Osmanlıların ve Safevilerin aleyhine gelişmekteydi. Tüm bu gelişmelerin Osmanlıyı etkilememsi düşünülemez.

16. yüzyılın ikinci yarısı, başka eyaletlerin yanı sıra Rum Eyaleti(Sivas, Tokat, Amasya, Malatya, Bozok) için de, geniş çiftçi ve göçer hayvancı tabakalarının tam bir sefalete düştüğü; reaya-memur anlaşmazlıklarının doruk noktasına vardığı bir dönemdir. Halk arasında küçük ayaklanmalar da gözlenmiştir.

Kısaca Sultan iktidarını perçinlemeye çalışırken, köylünün göz nuru, alın teri üstüne timarlar, zeametler, haslar kuruluyordu. Bunların üzerine de sipahilerle öteki yöneticiler oturuyordu. Ama koskoca bir halk kitlesi yokluk ve yoksulluk içinde kıvranıyordu. Üretimde yük genellikle bu yoksul insanların sırtındayken, hiçbir zaman bu kesimin ürettiği kendi cebine girmiyordu. Her şeyden önce emekçi kesim üretim araç ve gereçlerinin gerçek sahibi olamamıştı. Köylüler içinde bulundukları bu acıklı durumu şu dörtlükle dile getirmişlerdir örneğin:
Çıksam dağa ayısı var, kurdu var
Düze insem sıtması var, derdi var
Köye gitsem tahsildarın derdi var
Şaştım ağam bu salgının elinden.

İşte emekçiler kendilerine bela olan bu salgından kurtulmanın yollarını arıyorlardı. Kimisi bunu bir alınyazısı ve kader sayıp boyun eğiyordu. Kimisi feodallerin temsilcileri zaptiyelere ve tahsildarlara karşı direniyordu. Osmanlı Sultanın halk arasında yarattığı gerilim, yukarıda bahsedilen siyasal ve ekonomik gelişmeler sonucunda Pir Sultan’ın başkaldırısı ortaya çıkar. İçinde yetiştiği halkın düşüncelerini, özlemlerini ve taleplerini çeşitli dini parolalarla süslenmiş sözlerle ve sazıyla dile getiren ve halkıyla birlikte mücadeleye dönüştüren bir lider-ozandır Pir Sultan Abdal. Asıl adı Haydar olarak bilinir. Kendisini yetiştiren felsefenin gereği olarak her alanda Osmanlı ile ters düşmüştür.şiirlerinde geçen”şah” ve “mehdi” kelimelerinin Ali’den başlayarak haklıları haksızlardan kurtarmak için günün birinde ortaya çıkacak mehdi inancındaki kurtarıcının simgesi olduğunu da belirtmek gerekir.

Pir Sultan, Osmanlı Padişahlarını Anadolu’yu sömüren, yoksul halka yaşama olanağı tanımayan, yoksulun hakkını almak isteyenleri ve Alevileri acımasızca katleden bir zorba olarak görüyordu. Olup bitenlerden emekçi Sünni halkı değil, Osmanlı Siyasal gücünü ve onun yarattığı yapıyı sorumlu tutuyordu. Başka bir söylemle Pir Sultan’ın kavgasının temelinde yeni bir toplum düzeni arayışı vardır. Onun kavgası Osmanlı düzeninin adalet dağıtıcıları, kadıları, müftüleri, Beylerbeyileri, paşaları, valileri, sonra da onların ardına gizlenmiş en büyük siyaset gücü olan sultandır.

Kocabaşlı koca kadı
Sende hiç din iman var mı?
Haramı helali yedi
Sen de hiç din iman var mı?

Pir Sultan’ım, zatlarımız
Gerçektir şöhretlerimiz
Haram yemez itlerimiz
Bu sözümde yalan var mı?

Pir Sultan’da “şah” güzel günleri getirecek, insanları haksızların elinden kurtaracak bir güçtür, bir kurtarıcıdır, güzel günlerin habercisidir. Pir Sultan mücadelesini sürdürürken bu güce dayanır. Bu nedenle Osmanlı Müftüsü ve dönemin Hızır paşası “şah” adının anılmasını yasaklar. Ancak Pir Sultan ölümü göze almıştır.

Padişah katlime ferman dilese
Yine geçmem ala gözlü şahımdan
Cellatlar karşımda satır bilese
Yine geçmem ala gözlü şahımdan

Pir Sultan Abdal içinde ki devrimi tamamlamış, davasına inanmışlığın verdiği güçle daha da güçlü seslenmeye devam eder.

Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kement, işte boynum, asarsa
İşte hançer, işte kellem, keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.

Osmanlı yöneticileri halk ayaklanmalarını bastırmak ve kitleleri sindirmek için muhalefete önderlik edenleri türlü yollarla katletmektedir. İşte Pir Sultan Abdal böyle bir ortamda Hızır Paşa’nın karşısına çıkarılır. Hızır paşa Pir Sultan’a ders, halka da gözdağı vermek istemektedir. Pir Sultan’ın başlattığı ayaklanma önlenmiş üstelik bazı dostları da onu bırakarak geri kaçmıştır. Hızır paşa tehditler savurarak onu korkutmaya çalışmıştır. Ama Pir Sultan taviz vermemiştir. Aşağıdaki şiirden bunu anlıyoruz:

Yürü bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir.

Şahı sevmek suç mu bana?
Kem bildirdin beni Han’a
Can için yalvarmam sana
Şehinşah bana darılır

Bunun üzerine Hızır Paşa Pir Sultan Abdal’ı zindana attırır. Söylediklerinden ve yaptıklarından pişman olmasını “şah” kelimesini kullanmamasını yoksa asılacağını söyler. Pir Sultan aldırmaz mücadelesinden ve düşüncelerinden geri durmaz.

Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar şah’a gidelim
Siyaset günleri gelip çatmadan
Açılın kapılar Şaha gidelim.

İnadına şah kelimesini kullanır şiirlerinde. Her türlü baskıyı göze almıştır artık.

Karşıda görünen ne güzel yayla
Bir dem süremedim giderim böyle
Ala gözlü pirim sen himmet eyle
Ben de bu yayladan Şah’a giderim.

Pir Sultan Abdal’ım dünya durulmaz
Gitti giden ömür, geri dönülmez
Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz
Ben de bu yayladan Şah’a giderim.

Sonunda Pir Sultan Abdal acı ve katı gerçekle karşı karşıya kalır. Zindandan alınarak asılmaya götürülür. Pir Sultan Abdal’ın acılarla iç içe geçen ömrü böylece noktalanır. Halkının acıları ve güzel bir dünya özlemiyle yoğrulmuş bir şiir dünyası kalır geride. Onu asan Hızır Paşa unutulur ancak Pir Sultan Abdal, mücadelesi ve düşünceleri halen yaşamaya devam etmektedir.

Mistik kabuğu kırıp gün yüzüne çıkan çok belirgin, sınıfsal, somut bir içerik vardır Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde. 16. yüzyıl için bu oldukça önemlidir. Bu ses ve duyguyu biraz Dadaloğlu’da bulmak mümkün olsa da Dadaloğlu Pir Sultan Abdal ölçüsünde bir eylem adamı olamamıştır. 15. yüzyılda Osmanlı Saltanatı’na başkaldırmış Şeyh Bedreddin’in halk şiirindeki bir uzantısı denilebilir onun için. O tavrını halktan yana koymuştu.

EUKLEIDES VE TEOREMLERİ

EUKLEİDES (MÖ ykş.280)

Eukleides’in(Öklid) yaşamı ile ilgili olarak çok net bilgilere ulaşılamamıştır. Kral I. Ptolemainos zamanında(MÖ 306-283) İskenderiye’de yaşadığı ve ders verdiği dışında yaşantısı hakkında kesin bilgiler yoktur. Bir kısmı kaybolmuş çalışmaları arasında en bilinen ve en önemlisi Stoikheia “elemanlar” adlı 13 ciltten oluşan çalışmasıdır. 1-6.kitaplar, düzlemler geometrisiyle, 7-9.kitaplar sayılar teorisiyle, 11-13.kitaplar da irrasyonel sayılarla ilgilidir.

Eukleides’in etkisi çok büyük olmuştur ve bu etki yaşadığımız çağda çoğu öğrencinin onun kuramlarını kavrarken çektikleri sıkıntı ve acıyla da sınırlı kalmamıştır. Bugün bile okullarda öğretilen geometri, kesinkes Eukleides’i temel alır. Matematiği iyi olmayan bir çok çocuk gibi Kral I. Ptolemaios da Elemanlar’ın fazla uzun ve zor olmasından yakınınca, Eukleides’in şöyle dediği söylenir: “ Mısır’da özel olarak hükümdarlar için ayrılmış bir yol olabilir, ama geometride yoktur.”

İşin gerçeği Eukleides birinci sınıf bir matematikçi değildi, hatta çağdaşı sayılabilecek Arkhimedes’in(Arşimet) yanına bile yaklaşamazdı. Fakat öğretmenlikte ve sistemleştirmede üstün biriydi. Düzlemler konusundki bilgileri bir düzene koyan odur.

Eukleides’i bu kadar etkileyici yapan, aksiyomlardan asla şaşmayan yöntemidir. Onun bir kanıtın çerçevesini kurması insanları çok etkiliyordu. Eukleides baştan veri aldığı kanıtlanmamış varsayımlardan yola çıkar. Varsayımlarının aslında yanlış olması ironik (söylenenin tam tersinin kastedildiği ifade) bir durumdur. Ancak yanlışı doğru yoldan göstermiş olduğunu da belirtmek gerkir.

Eukleides’in çok önemli olan ve beş postüla(ispat edilmeksizin doğru kabul edilen önerme,aksiyom da denir.) olarak adlandırılan önermeleri şöyledir:

1- Herhangi iki noktadan bir doğru geçer.
2- Sonsuz bir doğru üzerinde sonlu bir doğru oluşturulabilir.
3- Bir daire, merkezi ve merkeze olan uzaklığı ile tarif edilir.
4- Bütün dik açılar birbirine eşittir.
4- İki doğru üzerine üçüncü ve sonsuz bir doğru çizildiğinde aynı taraftaki iç açıların iki dik açıdan daha küçük olmasına yol açarsa, bu doğrular iki dik açıdan daha küçük açıların olduğu yönde kesişir.

Beşinci postula biraz karışık gelebilir. Zaten en zor olanı da budur. Bu beşinci postulada, birbirine paralel iki doğrunun asla kesişmeyeceği anlatılmak isteniyor.

18. yüzyılda john Playfair’in geliştirdiği bir aksiyom, bu olgunun daha net bir ifadesi olarak kabul görmektedir: “ verili bir doğru üzerinde yer almayan bir noktadan, doğruya paralel olarak en fazla bir doğru geçebilir.”

Daha sonraları matematik Romalılar zamanında gerilerken, matematikte Yunanlıların yerini alan Araplar’da bu postulayla uğraştı. Onlar da başaramadılar ve akıl yürütmeyle hep dönüp aynı noktaya geldiklerini gördüler. Hatta romantik bir filozof olan Schopenhauer, Eukleides’in teoremlerinden “fare kapanı” diye söz ederek lanet okuyordu onlara.

Sonuç olarak, Eukleidesçi geometrideki günümüze kadar ulaşmış en kolay öğrenilen ve akılda kalan herkesin bildiği bir teorem var; bütün üçgenlerin iç açıları toplamı 180 derece eder.

MONTAIGNE VE DENEMELERİ

MICHEL EYQUEM DE MONTAIGNE

Yaşadığı dönemin düşünce akımları ve halen günümüzde bizlerin üzerinde de önemli etki oluşturan Michel De Montaigne’in (1533-1592) kendi eserini “ Denemeler’i “ başlangıçta çok hafife almıştı. Yayımlanır yayımlanmaz eserinden saçma sapan diye bahsetmişti. Bu çok tuhaf olsa da deneme yazarı olan Montaigne Shakespeare kadar etkili olmuştur. Bir denemeci olarak hayatın gerçeklerine dair yorumlar yazmıştır. Tutkulardan kaçınmış ve ölçülü olmayı bilmiştir. Kendisi öfkeli olsa da öfke dolu bir tarzı yazılarında benimsememiştir. Hayatın her alanına el atmıştır yazılarında neredeyse. Spekülasyondan uzak kalmayı başaramamıştır ve ( Kopernik tarafından ikna edilememiş olsa da) alışılmış olanın peşi sıra gitmeyi doğası gereği başaramamıştır.

Montaigne’in şiire olan hayranlığı çok da gizli değildir. Nerdeyse dokuz yüz şiirden alıntı yapmıştır. Bununla çelişen bir şekilde de şiirin en yoğun olduğu zaman en iyi haline ulaştığı yolundaki Platoncu görüşü benimser. Edebiyat geleneği ehliyetsiz denebilecek kişilerin hayat üzerine yorumlar yapmasına olanak vermiyordu o dönemler. Ta ki bu geleneği Montaigne bozana kadar.

Yazma yöntemi ön kabullerden uzak olmaya dayanıyordu. Gelişigüzel ve rahat denebilir. Aynı zamanda ciddiydi de. Gerek zekasıyla gerek evrendeki her konuda sağlam bilgilere dayanan görüşler ileri sürmesiyle olsun dünyanın her yanından eğitimli kişileri etkilemesini bildi. Düşünce, insan bilincinin insanı ve doğayı özgürce tanıma uğraşı ise Montaigne bu uğraşının ilk ve en büyük basamağı olarak tanımlanabilir.

Montaigne Gaskonya’da, Bordeaux yakınlarında ki Perigrod’un eşrafından saygıdeğer bir babanın oğluydu. Asıl adı Michel’di ve sonradan 1568’de Seigneur de Montaigne ünvanını aldı. Hümanist bir üniversite olan College de Guyenn’e gitti, her zaman bağlılık duyduğu stoacılığı orada öğrendi. Yirmi bir yaşına gelince hukukçu olarak çalışmaya başladı. 1569’da bir katalan ilahiyatçısının eserinden yaptığı çeviriyi yayımladı (babasını memnun etmek için yaptığı bir işti bu). Sonrasında bir seyahat güncesi yazdı. Uzun bir süre yazı yazmayan Montaigne hayatının kalan bölümünü kulesindeki kütüphanede geçirdi.

Montaigne’in, ilgisini çeken konularda yazmaya başlaması 1572 sonrasına rastlar. İlk başlarda manevi gelişimi için yazmasına rağmen devam ettikçe onun için bir alışkanlık olmuştu yazmak. İlk iki cilt yazıları yayımlandığında sırada yarı gerçek yarı ironik bir maske takınmıştı Montaigne. 1580 tarihli önsözünde şöyle der: “ Bu, içtenlikle yazılmış bir kitaptır. Okur daha baştan seni uyarmak isterim ki bunu yazarken tek amacım kişiseldi. Böyle bir tasarı benim yeteneğimi aşar. Sadece kendi dostlarım için kaleme aldım bunu. Kitabımın konusu benim. Senin de boş zamanlarını böyle saçma sapan gereksiz şeylere ayırman pek akıllıca olmaz.”

Tabi ki içten söylemiyordu bunları. İlim irfan sahibi biri olsa da, kendisinin de sıradan bir insan olduğunu ifade etmenin yoluydu Montaigne için. Bu da bir maskeydi aslında kendini dünyaya tanıtırken kullandığı bir yöntemdi. Montaigne kendi mütevazı ekmeğini yiyip giden ve her şeyden önemlisi, nasıl şana şöhrete kavuşulacağı konusunda kimseye vaaz vermeyen adam maskesini kullandı. Hatta yaptığı işi bunamış bir adamın altına kaçırmasına benzetiyordu. Denemelerin ana teması, ikinci kitapta küstahlık ve kibir ile olduğu kadar gösteriş merakının tehlikesidir de. Bu nedenle kendi yazdıkları hakkında bile alçakgönüllülüğü elden bırakmaz. Şöyle demiştir: “ Benim yaptığım, acemice yapılmış eğreti bir iştir. Hem cilaya ihtiyacı vardır hem de güzelliğe.”

Safra taşından çok çeken Montaigne, 1580’de Denemeler’in yayımlanmasından hemen sonra Avrupa’da seyahate çıkarak şifalı kaplıcalara gitti. Bütün Fransa, İtalya ve Almanya’yı dolaştı. Saraydan gelen baskı üzerine 1581’den 1585’e kadar Bordeaux belediye başkanlığı yaptı. 1554 yılında aynı görevi babası yapmıştı. 1586’da evinden dışarı çıkmayarak denemeleri üzerinde çalışarak onları daha da geliştirdi.

Montaigne denemeyi gerçekten de bir deneme olarak düşünmüştü. Yani bir fikrin, kendi yargısının niteliğinin, kendi deneyiminin ve her şeyi kapsayan kuşkucu bir sınamaydı onun için. Böylece kendisinden önce hiçbir yazarın yapamadığını yapmış, kendi psikolojisinin derinliklerinde keşifler yapmıştı. Kendi ruh hallerini, alışkanlıklarını, duygularını değişim halindeyken gözlemler. Montaigne’de dogmatik bir kesinlik görülmez. Montaigne kuşkucu bir yöntemle bakıyordu dünyaya, hatta kendi bakış açısı konusunda bile kuşkucuydu. Sokrates en büyük düşünürdü onun için. Sonuç olarak verdiği mesaj, “ insanın kendisini bilmesinin, kendisinden daha önemli olduğudur.”

Montaigne aynı zamanda profesyonelliğin dışında kalan, onu reddeden bir adamdır. Edebiyatı seven fazlasıyla kitabi tavır sergileyenlere güvenmeyen biriydi.

Montaigne’nin düşüncelerini daha iyi anlamak için Denemeler adlı eserinde “yaşamak sanatı” üzerine yazdıklarına bakmak gerekir:
“ Dünyada insanlığını bilmekten, insanca yaşamaktan daha güzel, daha doğru bir iş yoktur. Bilimlerin en zor olanı da bu hayatı iyi yaşamasını bilmektir. Hastalıklarımızın en belalısı, bedenimizi sevmemek ve küçük görmektir. Kendinden dışarı çıkmak, insanlıktan kaçmak çılgınlıktır.buna çaba harcayanlar büsbütün hayvanlaşır, yükselecek yerde alçalırlar. İnsan bilimlerinin aşağılığı da bence en yukarılarda dolaşanıdır. İskender’in en küçük, en bayağı yanı tanrılaşmak, göklere çıkmak hevesine kapılmasıdır.
Söz aramızda, göklerde dolaşanların düşünceleri ile yer altında yaşayanların adetleri arasında her zaman garip bir benzerlik görmüşümdür.
İstediğimiz kadar yüksek sırıklar üzerine çıkalım, yine kendi bacaklarımızla yürüyeceğiz; dünyanın en yüksek tahtına da çıksak, yine kendi kıçımızla oturacağız.
Düşüncelerimizin en iyi aynası yaşamlarımızın akışıdır.”


MIKOLAJ KOPERNIK

MIKOLAJ KOPERNIK (1473- 1543)

Polanyalı kilise adamı ve astronom olarak bilinen Kopernik’in( Latince Nicolaus Copernicus) çağında yarattığı etki hayati ve temel niteliktedir. Düşünceleri ve tezleri başlangıçta anlaşılamamıştır. Güneşin güneş sisteminin merkezinde olduğunu öne süren ilk kişi Kopernik değildi. Ölüm döşeğindeyken yayımlanan kitabı 1615 yılında Katolik kilisesinin yasaklar kitabına alındı. Dinin bilimle örtüşmemesi yeni sayılmaz aslında. Teorisinin kabul edilmesinden çok sonraları, 1757’de sessizce yasaklar listesinden çıkarıldı.

Kopernik, Polanya’nın Krakow şehrinde, sonra da İtalya’daki Bologna’da öğrenim gördü. Ardından Doğu Prusya’daki Frombork’ta (Frauenburg) kilise kuruluna girdi. Başlıca görevi kilisedeki malların sorumluğuydu. Bu görevini yerine getirirken zamanının çoğunu 1513’ te kendisinin yapmış olduğu küçük bir gözlem kulesinde geçiriyordu.

Aristoteles, evrendeki en değerli şey olan ateşin, evrenin merkezinde olduğunu öne sürdükleri ve bu göksel ateşin etrafında dönen arzın dışında, bir de (bizim göremediğimiz) “karşı arz” bulunduğuna inandıkları için Pythagorasçıları eleştirmişti. Onlara göre hem arz hem de güneş bu göksel ateşin etrafında dönmekteydi.

Ptolemaios’un (Batlamyus; MS 2.yy) sistemiyle bu kurgu ve teori kusursuz biçimde yerli yerine oturdu: Arz(dünya) çevresinde gezegen devinimlerini sürdüren ve Pythagorasçıların mirasçı Platon’un üzerinde ısrarla durduğu kusursuz çemberler “episikl” adıyla korundu. Kusursuz devinim dairesel olmalıydı ve Ptolemaios’un teorisi de buna dayanıyordu.

Kopernik’de dairesel devinim kusursuzluğuna kesinlikle inanmıştı. Merkezde yanan ateşe dayalı eski anlayış, Kopernik’e uzak sayılmazdı. İddiasını şöyle açıklıyordu:

“Ancak dingin durumda her şeyin ortasında güneş bulunur. Tapınakların en ihtişamla parıldayanında, lambayı aynı anda her şeyi aydınlatabileceği bir noktaya değil de başka yere koymayı kim düşünebilir. Kim daha iyi bir konum bulabilir ona? Ne de olsa güneş evrenin feneridir diyenler yanılmış sayılmazlar.”

Kepler gibi Kopernik’de evrenin uyum içinde olduğunu göstermek istiyordu ve gök cisimlerinin devinimini inceleyen bilime katkıda bulunmaktı amacı. Kendisinin de açıkladığı gibi, görüşlerini Güneş’in “evrenin feneri” olduğu olgusuna dayandırdı. Güneşin çevresindeki cisimlerin olsa olsa sabit bir hızla hareket edebileceğine inandı.

Kendisiyle alay edilmesinden hatta daha kötü olabileceğinden korkan Kopernik, “Gök Cisimlerinin Devinimine İlişkin Varsayımlar Üzerine Yorum” adlı çalışmasını elden ele dağıtmaya başladı. Çalışmayı zamanın papası bile onaylayarak çalışmanın yayımlanmasını istedi. Bunun üzerine 1539’da Kopernik teorisi üzerinde daha bir şevkle çalışmaya başladı. Çalışmasında Wittenberg Üniversitesi’nden matematik profesörü Georg Joachim’den de yardım aldı. “Göksel Kürelerin Dönüşü Üzerine” adlı çalışması yayımlandığında Kopernik ölüm döşeğindeydi.

Kopernik çalışmasını tamamlayamadı; bu çalışmayı devam ettirip sonuçlandırmak, Danimarkalı astronomi bilgini Tycho Brahe, Johannes Kepler ve İtalyan Galileo Galilei’ye en sonunda da Isaac Newton’a kalacaktı. Toplum üzerindeki kilise ve din baskısının temellerinin sarsılmasıyla sonuçlanan süreci Kopernik’in çalışmalarının başlatmış olduğu söylenebilir.

Güneş merkezli teori başlangıçta pek bir direnişle karşılaşmamıştı aslında. Luther, Brahe, Montaigne, Bacon gibi bir çok kişi daha teoriyi tartışmadan reddettiler. Luther kopernikin kaçık olduğunu ve Kutsal Kitaba çamur attığını iddia etti. Teoriye muhalefet yavaş yavaş gelişti ve sonunda da Galileo, engizisyon mahkemesinin huzurunda teoriyi inkara zorlandı.

Bu arada büyük gizemci Giordano Bruno ( 1542-1600), kendi gnostik (sezgi yoluyla edinilen bilgi) felsefesinin merkezini oluşturan bir olgu olarak kabul etti bu teoriyi. Birçok modern gizemci gibi Bruno’da evrenin maddeden oluştuğuna inanıyordu. Bruno’ya göre Evren kendi başına büyük bir zekaydı. Ne yazık ki Bruno ihtiyatlı bir şekilde dile getirmediği bu düşünceleri nedeni ile yakıldı. Katolik devleti öyle bir haldeydi ki bu kadar iyi bir adamın, dini olduğu kadar bilimsel gerçeklere de kendini adamış olan bir adamın görüşlerini sonuna kadar inkar etmedikçe yaşamasına izin verilmezdi. Bruno’nun da inkar etmeye hiç niyeti yoktu.

Bruno Engizisyon’a şöyle cevap vemişti: “ ben evrenin sonsuz olduğunu savunuyorum. Sonlu bir dünya Tanrı’ya yaraşmazdı. İşte bu yüzdendir ki yaşadığımız yeryüzünün ötesinde sonsuz dünyalar bulunduğunu ilan ettim. Pythagoros gibi ben de yeryüzünün tıpkı diğerleri gibi bir yıldız olduğuna inanmaktayım. Tanrı hepsinde vardır. Bunu açıklamaya kelimeler yetmez.”

Kilisenin Kopernik teorisi karşısında kapıldığı nefretin ilk kurbanı Galileo’ydu. Muhtemelen kıskanç papazlar arasındaki bir entrikanın sonucuydu bu. Ancak Galileo canını kurtarmayı başarmıştı. Yine de kilisenin gerçekler karşısında kesin bir tavır almasının sebebi, Bruno’dan duyulan korku olmuştur

MIGUEL DE CERVANTES

MIGUEL DE CERVANTES (1547-1616)

Dünya roman tarihinin en büyük eserlerinden sayılabilecek olan Don Kişot’un yazarı olan İspanyol yazar Miguel Cervantes eserinde berrak ve bilgece bir dil kullanmıştır. İki bölümlük eserde çağımızın modernist anlatım tekniklerinin çoğuna rastlanır. Cervantes’in ölümünden sonra uzun bir zaman sonrasına kadar modernizm diye bir tabirden söz edilmezdi. Bu nedenle Cervantes’i modern yazarların ilki saymak yanlış olmayacaktır. Bununla şu çıkarsamayı yapabiliriz; ilk başta yoksulluğun çaresizliği içinde tasarladığı tek ve çarpıcı eseriyle Cervantes’in geniş bir kitlenin ilgisini çekebilmiş ve kurgusal bir eser yaratmanın ortaya çıkardığı etkiyi kavrayabilmiş olmasıdır.

Cervantes eserine malzemeyi sıradan insanların yaşantılarından bulmuş ve eserini bu insanların davranış biçimlerinden kotarmıştır. Cervantes onların yaşam karşısındaki deneyimlerinde en çok nelerin değer taşıdığını çok iyi gözlemlemiş ve bu gözlemlerini eserine aktarmıştır.

Cervantes 1547’de, Madrid’e elli kilometre kadar uzakta bulunan Alcala de Henares’te dünyaya geldi. Babası fazla tanınmayan ve mesleğinde çok yetkin olmayan bir cerrahtı. Cervantes 1568’de Madrid Belediye Okulu’nda öğrenciydi. Bir düello olayı nedeniyle başı belaya girdiğinden İspanya’dan kaçmak zorunda kaldı. İtalya’da İspanyol lejyonuna katıldı. Hıristiyanlar ile Osmanlılar arasında bir güç gösterisi olan 1571’deki İnebahtı Savaşı’nın içinde buldu kendini(Osmanlılar savaşta yenilmiştir). Bu savaşta tam anlamıyla donkişotça bir yiğitlik göstermiştir. İki kez göğsünden yaralandı ve sol eli kullanılamaz hale geldi.

Bir süre askerliğe devam ederek Tunus’ta görev yaptı. 1575’te görev süresi bitince Napoli üzerinden İspanya’ya dönerken korsanlara tutsak düştü. Diyeti ödenince 1580’de ancak serbest kalabildi. Cezayirde’ki tutsaklık hayatından kurtulabilmek için birkaç başarısız girişimde bulunmuştu.

Don Kişot’ta iç içe geçmiş olarak karşımıza çıkan hikayelerde tutsaklık hayatından izlere rastlanır. Ne kadar Cervantes’in deneyimlerinden oluşsa da oldukça romantik bir dille anlatılmıştır olaylar. İnsanın en büyük bahtsızlıklarında bile elinden gelen çabayı gösterme isteğinin ne kadar önlenemez olduğunu gösterir bu bölümler.

Cervantes, kölelik ederek geçirdiği o uzun beş yıllık korkunç dönemde yazmaya başlamıştı. Daha çok diğer köleleri eğlendirmek için yazdığı kısa oyunlardı. Yazmayı deneyip başarılı olamadığı şiirler gibi bu kısa oyunlar da pek başarılı olmamıştı. 1580’den sonra oyun yazarak para kazanmayı denediyse de başarılı olamadı. O dönemde yazdığı pastoral eseri La Galatea pek özgün bir eser olmadığı gibi Cervantes’e de bir şey kazandırmadı.

Cervantes 1584’te zengin bir çiftçinin kızı Catalina’yla evlendi. 1588’den itibaren başladığı devlet memuriyeti işinde de başarısız oldu. Tuttuğu defterlerinde parasal açıklar çıkınca hapisten kurtulamadı yine. Cervantes’in Don Kişot’u hapishanede yazdığı söylenir. Yoksullukla ilgili deneyimleri hapishanede iyice pekişmişti. Kanundışılığın kendisi değil ama kanundışı insanlardaki hayatiyet, enerji ve kendine karşı dürüst olma isteği Cervantes’e de çekici geldi. Kural ve görgü bilen, iyi yetişmiş insanların dünyasının, sefil dünyanın çarpık bir yansımasından başka bir şey olmadığını gözlemledi. Eğitimin çok önemli olmasına rağmen her şey olmadığını da fark etmişti. Cervantes’e göre “yüksek tabaka” altın semer vurulmuş eşeklerle doluydu.

Fakat bu kadar şeyi görebilen, olağanüstü kıvrak bir zekayla çok etkileyici bir nüktedanlığa sahip eski bir askerin çok dikkatli olması gerekiyordu. Çünkü çağ engizisyon çağıydı. Aynı zamanlarda İngiltere’de, zenginlerin özellikle de iktidar sahiplerinin sahtekarlıklarını teşhir eden benzer kişiler tiyatroya sığınmaktaydı.

Cervantes’e en büyük eserini yazmak son yıllarında (58-69 yaşları arası) nasip oldu. 1605’te Don Kişot’un ilk bölümü yayımlandı. Kendisine para kazandırmasa da bütün dünyada çok geçmeden tanınan bir eser oldu. Günümüzde Tibetçe dahil hemen her dile çevrilmiştir. Bir çok korsan baskısı yapılan kitabın devamı 1614’te yayımlandı.

Don Kişot, şovalyeliğe olan takıntısıyla aklını yitirmiş taşralı küçük bir silahtardır. Sancho Panza ise her daim vicdanının sesine kulak vermeyen, açgözlü bir köylüdür. Bu çılgın şovalye kendini yanlışları düzeltmeye adamıştır romanda. Soylu ama ahmak bir tiplemedir aslında. Özündeki saflığı ile meseleleri çok iyi kavrayan eninde sonunda da ne pahasına olursa olsun gerçekten de yanlışları düzelten adamdır.

Kısaca Cervantes eserinde deliliğin içinde akıllığın da bulunduğuna dair ince ve iyimser bir mesaj veriyor. Bu mesajı verirken de yaşadığı dönemdeki toplumsal çarpıklıkları gözler önüne seriyor.

KONFÜÇYÜS ÜZERİNE

KONFÜÇYÜS ( M.Ö. ykş.5-4. yy )


Asıl adı “Muhterem Üstad Kong” anlamına gelen Kongfuzi olan, ancak 17. yüzyılda Çin’e giden Cizvit misyonerleri tarafından Latince’ye uyarlanmış adıyla tanınan Konfüçyüs, (MÖ 551-479) bilindiği kadarıyla düşüncelerinin hiçbirini yazıya dökmemiştir. Kendini sadece bir eğitmen olarak tanımlamış ve üstelik hiçbir doğaüstü güce dayandırmamıştı konumunu. Çok sayıda seçkin öğrenciye sahip özel bir öğretmendi. Çin tarihinin en etkili düşünürü olmuştu ancak o kendini sadece bir bilgi aktarıcısı olarak tanımlıyordu.

Konfüçyüsçülüğün bir din akımına dönüşmemesi ve Konfüçyüs’un da bizim anladığımız anlamda dini bir nitelik taşımaması, Çin dininin geneldeki insani dokusu ile ilgilidir. Bu dinde tanrı figürü öyle büyük bir yer tutmadığı gibi ona pek sık başvurulduğu da görülmez. Taoculukta bile tanrıya hürmet ön plana çıkmaz ve zaten tanrı doğa ile bir sayılır. Konfüçyüs insanda tabiatı gereği bulunan ancak hiçbir şekilde mistisizme kaçmaksızın kendi kendini incelemekle ortaya çıkarılabilecek bir erdemden söz eder. Çin hümanizmi Rönesans hümanizmine de benzemez. Bireye daha az ağırlık verirken, toplumsal bir birim olarak bireyi daha öne çıkarır.

İlk biyografisi ölümünden dört yüzyıl sonra yayınlanmış olan Konfüçyüs, Lu Devleti’nde, yoksul düşmüş bir soylu ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Bir süre Lu Devleti’nde küçük bir memur olarak görev yaptı. Ancak mö 496’da istifa ederek yollara düştü. Amacı kendi fikirlerini kabul ettirebilecek bir yönetici bulmaktı.

Platon’un tersine Konfüçyüs, siyasette kendini ortaya koyabilmek için bir yardımcı bulacak kadar şanslı değildi. Sonunda 476’da memleketine döndü ve hayal kırıklığına uğramış, başarısız ama bir bilge olarak öldü. Bu başarısızlığına rağmen fikirlerinin Çin toplumunu en alt katmandan en üste kadar etkisi altına alacağının farkına varmıştı belki de. Daha sonra Çin’in eğitim sistemi onun fikirleri temel alınarak geliştirildi. Halen komünist Maoculuğun özünde bile Konfüçyüsçülükten çok iz vardır. Konfüçyüs derslerinde değişik sınıflardan öğrencileri bir araya getirerek, Çin’deki sınıf ayrımının yok olması için büyük mücadele vermiştir.

Konfüçyüs’un yaşadığı dönemde savaş ağaları, o sırada neredeyse gücünü tüketmiş Zhou hanedanından kalanları paylaşmak için kıyasıya bir mücadele içindeydi. Konfüçyüs siyasete insani ve ahlaki ilkeler katmaya çalıştı. Ona göre insan sözünün içerdiği özü besleyip, geliştiren kişi hem özel hem de kamusal alanda büyük olur. Bu söz başkasını gözetmeyi de içerir. “ kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” ilkesini özel olarak vurgular. İnsan erdemi kendinde büyüterek başkalarında da büyütmeyi öğrenebilir. Konfüçyüsçülük’te erdem kendi kendini ödüllendirir. Nitekim “üstün insan”ın, başarılı olamayacağını bilse bile doğru olanı yapma amacıyla siyasete girmesi gerektiğini söyler.

Dünyamızın geldiği noktaya baktığımızda Konfüçyüs gibi bilginlerin, insanı doğru ve erdemli davranmaya çağıran öğütleri pek bir işe yaramamış gözükse de böyle düşünceler ileri süren hiç kimse olmasaydı, kim bilir dünya daha ne kadar kötü olurdu?

Konfüçyüs’a göre erdemler altı başlıkta toplanır;

1-Ayin : Dinsel bir tören olmayıp, kişinin günlük yaşantısındaki bilinçli ya da bilinçsiz ortaya koyduğu davranışlarıdır. Bu hareketlere şekil vererek sağlıklı ve memnuniyet içinde yaşayan bir toplum yaratmaktır amaç.
2-İlişkiler : konfüçyüsçülük’ün önemli konularından biri,insani ilişkilerle değişik toplumsal statüye sahip kişiler arasında oluşan farklı yükümlülüklerdir. Kişiler değişik statülerdeki bir çok insanla ilişki içinde olmaya teşvik edilir. Böylece toplumsal bağların güçlenmesi hedeflenir.
3-Ana babaya sevgi
4-Sadakat
5-İnsancıllık(hümanizm)
6-Kibarlık

Yazıyı Konfüçyüs'ün şu sözü ile bitirelim:
"Ben sana bir elma versem, sen bana bir elma versen,
bende bir elma, sende bir elma olur.
Ben sana bir bilgi versem, sen bana bir bilgi versen,
Bende iki bilgi, sende iki bilgi olur."

JOHANNES KEPLER

JOHANNES KEPLER (1571-1630)

Johannes Kepler, Lutherci bir papazın oğlu olarak Almanya’nın güneyindeki Schawaben’da dünyaya geldi. O dönem Luther, Kopernik’i büyük bir öfke ile eleştirmiş ve şöyle demiştir: “ bütün bir astronomi ilmini saptırarak, Yeşu Kitabı’nda(Yahudiler için önemli bir dini kitap) yazılı olanları inkar eden bir eşek.” Ancak Kepler üzerinde bu kadar az düşünelerek kabul edilmiş ve yerleşmiş bir anlayışla yaşayamayacağını düşünüyordu. Tıpkı Galileo gibi evrenin matematikle açıklanabileceğine inanan Pythagorasçı bir gizemciydi ve bilimsel tavır takınmaya inanıyordu. Ayrıca bunu erdem olarak görüyordu. Üstelik güneş merkezli teorinin işleyişini göstermeyi başarmıştı. Ondan sonra gelen bilim insanları gizemciliği hakkında pek de iyi şeyler söylemediler ama. Ancak o dönemde yani 16.ve 17. yy.da meydana gelen bilimsel ilerlemeler nasıl ki dinden ayrılamıyorsa, gizemcilikle bilim de birbirinden ayrılamazdı.

O dönemde, dini Ortodoksluk haricinde bilimsel çalışmalar dinle birlikte ortaya çıkmış ve gelişmiştir. İslam toplumlarının tersine bilimle uğraşan kişilerin kiliseler ve papazlarla ilişkisi olması ilginçtir. Kopernik’de Polanyalı bir kilise adamıydı örneğin. Bu yinede onların bir kısım kilise ve din adamlarının hışmına uğramasına engel olamadı.

Kopernik’in çalışmalarını yetkinleştirme girişimleri Danimarkalı astronom Tycho Brahe’yle (1546-1601) başladı. Astronomi ve hermetizm(eski Mısır’da yaşamış bilge Hermesten gelir) alanlarında çalışmalar yürüten Brahe, gökyüzünü incelemek üzere o devir için şaşırtıcı hassaslıkta aletler yapmıştı. Bunlarla yaptığı gözlemlere dayanarak, Aristoteles’ten kalma eski evren anlayışını yıkmıştı. Yeni anlayışa göre, evrenin merkezinde sabit bir biçimde yeryüzü(dünya) bulunuyor, gezegenler ve güneş de kusursuz birer daire şeklinde onun yörüngesinde dönüyordu. Bu sistem içerisinde yerküre ise günde bir kez kendi etrafında dönüyordu.

Kopernik’in görüşlerini benimsemesi yüzünden Protestanların yanı sıra(onların inancını kabul etmiyordu) Cizvitler’in de zulmüne uğrayan Kepler, Brahe’yle Prag’da tanıştı ve onun asistanı oldu. Kepler’in Mysterium Cosmographicum(1597, Evrenin Gizemi) adlı eserini okuyan Brahe, asistanının çok iyi bir matematikçi olduğunu anlamıştı.

Kepler’le uzun ve zorlu yazışmalar yapan, ama son aşamada ona büyük cömertlik gösteren Brahe 1601’de öldü. II. Rudolf’un sarayında imparatorun matematikçisi olarak onun yerini alan Kepler, büyük bir çalışma içine girdi. Brahe’nin Mars gezegenine ilişkin gözlemleri konusunda o dönemde hüküm süren sıradan Aristocu sezgisel öğretilere(dünya devinim halinde olduğuna göre, nasıl oluyor da havaya atılan cisimler yere düşüyordu) karşı koydu. 1609’da, Astronomia Nova’yı (yeni astronomi) yayımladı. Bu eserinde iki şey kanıtladı: mars daire değil elips biçimli bir yörüngede dönüyordu güneşin çevresinde. İkinci olarak da bu gezegen, değişken hızlarda hareket ediyor, ancak Güneş’e bağlayan çizgi, aynı zaman içinde eşit bir alanı tarıyordu.

1619’a gelindiğinde Harmonices Mundi’de (dünyanın uyumu) Kepler, bulduğu üç yasanın üçünü de anlaşılır bir şekilde izah edebiliyordu. Sonuncu yasaya göre; bir gezegen yılının(gezegenin güneş yörüngesinde bir dönüşü tamamladığı süre) karesi, o gezegenin güneşe olan uzaklığının yarısının küpüne eşittir. Böylelikle Kepler çalışmalarına sadece matematiği değil aynı zamanda fiziği de katmıştı. Böylelikle gökyüzünde olup bitenler ilahiyatçıların açıklanamaz kısır matematik bilgilerinden sıyrılmış oluyordu.

Güneş merkezli teori bazı bakımlardan eksikti. Yeryüzünün devinim halinde olmasının yarattığı güçlükler söz konusuydu. Bu konu bir türlü açıklanamıyordu. Ta ki Newton çıkıp kütle çekimi kuvvetini açıklayana kadar.

Kepler 16. ve 17. yüzyıllara damgasını vurmuş yenilikçi büyük bilim araştırmacılarının en dikkate değer olanıydı. Eski çağların insanlarından bu yana bilimsel astrolojinin en büyük öncüsüydü Kepler. Bir tür termometre icat ederek hava durumları hakkında doğru öngörülerde bulunabiliyordu. Ayrıca optik alanda çalışmaları da vardı.

JACK LONDON

JACK LONDON

(D. 12.01.1876, San Francisco-Ö. 22.11.1916, Glen Ellen,California,ABD)

Jack London işi gereği sürekli gezmek zorunda olan bir astroloğun oğluydu. Annesinin ve London soyadını aldığı üvey babasının yanında yetişti. On dört yaşında yoksulluktan kurtulma ve serüvenlere atılma umuduyla okulunu bıraktı. Tayfa olarak çalıştığı bir gemiyle Japonya’ya gitti. 1893’teki ekonomik kriz sonrasında yük trenleri ile ülkeyi dolaşarak mitingler düzenleyen işsizler ordusuna katılıp hemen bütün ABD’yi dolaştı. 1894’te militan bir sosyalist oldu. Sonraları bu düşüncelerini eserlerine yansıtacaktı. Jack London; Darwin, Marx ve Nitzsche’nin eserlerinin basitleştirilmiş biçimlerini okuyup bir senteze vararak beyaz ırkın üstünlüğünü savunan görüşlerle, sosyalizmi kendine özgü bir tarzda kaynaştırdı. California Üniversitesi’ne girdikten bir yıl sonra okulu bırakarak Klondike bölgesinde altın arayanlara katıldı. Ertesi yıl beş parasız ve işsiz olarak geri dönmek zorunda kaldı. Şansını yazarlıkta denemeye karar verdi.

Günlük çalışma programları hazırlayarak yazmaya başlayan Jack London, baladlar, soneler, fıkralar, korku ve macera öyküleri yazmaya başladı. İlk kitabı “The Son of the Wolf” (Kurt Kanı; 1900) geniş bir okur kitlesine ulaştı. London üretken bir yazardı. On yedi yıl içinde kitaplarının sayısı elliyi bulmuştu. Bir tekneyle Güney Pasifik’e açıldıktan sonra, orada yaşadıklarını “The Cruise of the Snark” (Snark’ın Seferi; 1911) inde anlattı. Çevreye uyumu ve vahşi hayatın çekiciliğini anlattığı Alaska öykülerini içeren “Call of the Wild” (Vahşetin Çağrısı; 1903), “Burning Daylight” ( Yanan Gün Işığı; 1910) en önemli eserleri arasındadır. 1910’da California’da Glen Ellen yakınlarındaki bir çiftliğe yerleşerek ömrünün geri kalan bölümü “Kurt Evi” adını verdiği çiftlik evinde geçirdi. Ölümüne kadar toplumcu görüşlerine ihanet etmedi ve devrimcilerin gözünde bir kahraman olarak kaldı.

Özyaşamsal (otobiyografik) romanı “Martin Eden” da ( 1909) yansıttığı gibi yazın serüveni boyunca büyük bir enerjiyle çalıştı. Bu eserinden başka iki özyaşamsal eseri daha vardır. “The Road” (Demiryolu Serserileri; 1907) ve “John Barleycorn ( Bir Alkoliğin Anıları; 1913). Uzun yıllar böbreklerinden rahatsız olan Jack London, bir yemek sırasında aniden fenalaşıp kırk yaşında hayata gözlerini yumdu. Kitapları yabancı dillere çevrilmiş en büyük ABD’li yazarlardan biridir. Jack London’ın Türkçe’de yayımlanan bazı eserleri şunlardır: Deniz Kurdu, İnci Peşinde, Güneş Çocuğu, Yaşama Hırsı, Ateş Yakmak, Şafak Kızı, Acı Kuvvet, Can Yoldaşı, Açlar Ordusu, Ay vadisi, Cinayet Şirketi, Alaska Kid, Beyaz Diş sayılabilir.

Çoğu roman ve öyküsü, doğrudan onun hayat deneyimleri ile tutunabilme mücadelesi ile ya da kendini hayata dayatma, “herkes gibi biri olmama” kaygıları ile ilişkilendirilebilir. En önemli romanı sayılabilecek “Demir Ökçe” de Jack London kapitalizmin, toplumu, insanların yaşamını kabusa çeviren bir baskı yöntemine yol açtığına değiniyor. Demir Ökçe, emek ile sermaye arasındaki çelişkinin uç sınırında faşizmin nasıl palazlanıp ortaya çıkacağının önsezilerini aktarıyor bizlere. Çok geçmeden romanın yazılmasından otuz yıl sonra Alman faşizminin çizmeleri Polonya’ya girecektir. İtalyan faşist yönetimi, Jack London’ın kitabını yasaklayacaktır.

Jack London büyük kentlerin, sermaye birikim süreçleri sonucunda “gettolara” dönüşeceğini bu romanında ilk görenlerdendi. İşçi sınıfının yoksulluğu, eğitimsiz, sağlık sağlık hizmetlerinden yoksun sersefil hayatı, onun ölümünden sonra da bir gerçek olarak kaldı. “Demir Ökçe” ve dolayısıyla Jack London, yaşanan sınıf mücadelsi tarihinde pratiğini emekçiden yana koyması sonucu gelecekteki önemini koruyacaktır.

“Demir Ökçe”de Dr Hammerfield’le uzun bir tartışmaya giren romanın kahramanı Ernest felsefeyi şöyle tanımlıyor: Felsefe bütün bilimler içinde kapsamı en geniş olanıdır. Felsefenin akıl yürütme yöntemi de herhangi bir bilimin yöntemi gibidir; yani bütün bilimlerin yararlandığı akıl yürütme yöntemi. Aynı akıl yürütme yöntemiyle felsefe, bütün bilim dallarını büyük bir bilim olarak bir araya toplar. Herhangi bir bilim dalının verileri, parçaları birleştirilmiş bilgilerdir. Felsefe, bütün bu bilim dallarından elde edilen bilgileri birleştirir. Felsefe bilimlerin bilimidir. Ana bilimdir de diyebiliriz. “

ISAAC NEWTON

ISAAC NEWTON

Isaac Newton’un akıl çağının babası olarak nitelendirilmesi abartılı sayılmaz. Isaac Newton (1642-1727), aslında matematik ile fizikten çok simyaya, gnostisizme, kehanete, Alman mistik jacob Boehme’nin çalışmalarına ve ilahiyata ilgi duyuyordu. Bilim tarihçilerinin büyük çoğunluğunu giderek daha fazla mahcup eden bu paradoks, onun milyonlarca sözcük içeren “Daniel’in Kehanetleri Üzerine Gözlemler” gibi eserlerinin, özellikle de örtük anlamlarının taktik bir anlayışla görmezden gelinmesi nedeni ile çözülmemiş olarak durmaktadır.

Bu açıdan hristiyan fizikçiler ile matematikçilerin karşı karşıya bulunduğu sorunun daha basit olduğu söylenemez doğrusu. Newton bir heretik, bir Ariusçu idi. Ariusçuların tezlerini benimsiyordu: Tanrı’nın dünyayı yaratmak için bir araç olmanın ötesinde nedenlerle İsa Mesih’i yarattığı inancından uzaklaşmakla, kilisenin yanlış bir yola sapmış olduğu tezini savunuyordu.

Newton paradoksunu daha da derinleştiren bir başka durum, onun fiziğinden hareketle kurulan kozmolojinin, dini temellerde bizzat Newton’ın reddetmiş olduğu bir yorumdan yana gelişmesidir. Bunda da newton’ın muazzam etkisinin, çok fazla farkına varılmamış bir unsuru etkendir. “Sacred Theory of the Earth (1681-89, yeryüzüne İlşikin Kutsal Teori)” adlı eserinde “Eski Ahit’i”doğa biliminin terimleriyle yeniden yazan Thomas Burnet’in aksine, Newton éphilosophiae Naturalis Principia Mathematica” da (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) Galileo’nun buluşlarını daha ileriye götürerek kesin biçimde bilimsel bir tablo çizmekteydi. Yapmaya çalıştığı şey, kitabı o zamanlar çok rağbet görmüş sonrasında unutulmuş olan Burnet’in yaptığı ile aynıydı aslında.

Newton 1642’nin Noel gününde, yani 25 Aralıkta İngiltere’nin doğu kıyısındaki Lincolnshir’e bağlı Woolsthorpe’ta doğdu. Çiftçilikle uğraşan bir ailenin çocuğuydu. Yoksul bir alim olarak Cambridge’deki Trinity College’da öğrenime başladı ve 1665’te, veba salgını yüzünden üniversitenin kapalı olduğu sırada temel bilimsel düşüncelerini oluşturdu. Şu meşhur elma hikayesinin doğruluğuna inananların sayısı inanmayanlardan fazladır. Newton bu hikayeyi, kütle çekimini nasıl bulduğunu soranlara bir cevap vermiş olmak için uydurmuş olmalı. Ancak dalından düşen bir elma değilse bile bir şeyler onu meraka sevk etmiş, düşen nesneleri etkisi altında bulunduran kuvvetin Ay’ı da etkileyip etkilemediğini düşünür olmuştu Newton. Ay yoksa bu etki ile mi yeryüzü çevresinde elips biçimli bir yörüngede dönüyordu? Kendi yazdığına bakılırsa “ o zamanlar keşiflerde bulunma çağının baharındaydı. Ve matematik ile felsefeye sonradan asla olmadığı kadar önem vermekteydi.”

Zoraki ve tek başına çalıştığı süreç içinde Newton, beyaz ışığı bileşenlerine ayırarak ana renklerden oluştuğunu gösterdi, ayrıca diferansiyel ve integral hesabını buldu. Newton daha otuz yaşına varmadan Cambridge’de matematik profesörü oldu. Sonradan (1696’da) Kraliyet Darphanesi’nde yöneticiliğe getirildi, ardından da darphanenin genel müdürü oldu. 1703’te üstlendiği Kraliyet Bilim Derneği Başkanlığı’nı ölümüne kadar yürüttü. 1705’te şövalye ilan edildi; ancak bilimsel çalışmalarından dolayı değil darphanedeki hizmetlerinden ötürü olmuştu. Büyük hayranlarından Voltaire’e göre darphanede göreve getirilmesinin tek bir sebebi vardı, o da hazinenin başında bulunan Lord Halifax’ın Newton’ın yeğenine aşık olmasıydı. Ne olursa olsun Newton, para reformuna dürüstçe eşlik etmişti.

Newton en çok kütle çekimi kuvvetini bulmuş olmasıyla ve yasalarıyla tanınır. Bulduğu devinim yasaları şöyledir: bir doğru üzerinde ilerlemekte olan bütün cisimler, bir kuvvet onları yollarından çevirmediği sürece devinimlerini korurlar; bir cismin devinim hızı, ona uygulanan kuvvet ile orantılıdır; her kuvvet kendine denk bir karşı kuvvet yaratır. Evrenin sonsuzluğuna ilişkin açıklaması ise Einstein tarafından gözden geçirilene kadar hükmünü korumuştur. 1704’te, Opticks (Optik) adlı çalışmasında şöyle yazmıştır: “ Her ne kadar kuyruklu yıldızlar son derece dış merkezli yörüngelerde hareket etse de, bütün gezegenlerin eşmerkezli yörüngelerde bir ve aynı şekilde hareket etmesi tesadüfe bağlanamaz. Gezegenler sisteminin böylesine muhteşem bir tek örneklik gösteriyor oluşu, tercih unsurunun etkisi ile olsa gerektir. Bizler, tanrının aklından doğan uzayda yaşıyoruz.” Böylece tanrıyı da sistemin içine katmış oluyordu.

Newton’ın sayıca küçük, etkisi ile büyük yasalarında fiziksel dünya tümü ile ve kesin biçimde açıklanıyor görünse de, fen dışındaki disiplinler -mantık, ahlak, toplumsal örgütlenme- tam bir kaosa terk edilmiş oluyordu. Bu kaosu çözmeye çalışan Locke, Hume hatta Berkeley gibi bütün filozoflar Newton’dan önemli ölçüde etkilenmiştir.

Newton’ın mekaniği ile simya konusunda yazdığı ama yayımlamadığı milyonlarca sözcük arasında çok az bağlantı olduğunu hemen herkes söylemiştir. Newton adi metallerin değerli metallere çevrilebileceğine inanmıştı. Newton’ın simyaya ise ne ölçüde bağlandığı fazla bilinmiyor. Tek bilinen, simyanın bayağı ve bilgisizce bir düzeyde, bir de açgözlülükle uygulanmadığı sürece servetin değil, ruhu yetkinleştirmenin peşinde bir uğraş olduğudur. Newton’ın en çok ilgisini çeken bir konu da son derece mektum, esoterik bir gizemcilikti. Newton’ın esoterik konulardaki yazılarının pek bilinmemesi, kendisinin bunları yayımlamaktan çekinmiş olması, bu yazılarının fazla ilgi görmemesi ilginç karşılanabilir.

Beklenebileceği kadar meraklı bir adamdı Newton. Doğuştan o kadar zayıf bünyeliydi ki ömrü acizlik içinde geçti yine de seksen beş yaşına kadar yaşadı. Mütevezi bir kişiydi ve şöylr demişti:

“Dünya beni nasıl görüyor, bilemeyeceğim; ama ben kendimi, deniz kıyısında oynayan bir çocuk olarak görebiliyorum ancak. Gerçeğin okyanusu, bütün o keşfedilmemiş enginliği ile önünde uzanırken, arada bir yüzeyi diğerlerinde daha pürüzsüz bir çakıltaşı, yahut sıradan deniz kabuklarından daha gösterişli bir kabuk buldum diye sevinen bir çocuk.”

Newton hiç evlenmedi. 1693 yazında geçici bir delilik yaşamıştır ve o tarihten (elli bir yaşındaydı) sonra karakterinin gitgide bozulduğu anlaşılmaktadır. 17o4’te kaleme aldığı “Optik” adlı eseri genel okur açısından “Matematik İlkeleri” inden çok daha anlaşılırdır.

HOMEROS İLYADA VE ODYSSEIA

İLYADA VE ODYSSEIA ( HOMEROS- MÖ ykş.9.yy)

Homeros’un Odysseia ve İlyada adlı eserlerinin günümüze ulaşabilmiş en eski el yazmaları, onun ölümünden en az 1700 yıl sonrasından kalmadır. Eserler (bunları hayran olunacak bir tarzda reddeden) Platon ile (reddedemeyen) Aristotales’in zamanlarında antik Yunan’da birer klasik haline gelmişti. Ancak Homeros hakkında tek bir kesin bilgi yoktur elimizde. İsmi bile değişik biçimlerde çevrilmiş. “gözleri görmeyen”,”rehine”,”yoldaş”,”işleri düzene koyan” gibi anlamlara geldiği ileri sürülmüştür. Gerçekten yaşayıp yaşamadığı kanıtlanabilmiş değildir, nitekim bazı uzmanlar yaşadığından kuşkuludur. Yaşamışsa bile, bu manzum destanların ikisini de o mu yazmıştır?


Yunanlılar açısından pek fazla bir sorun yoktu ortada. Homeros adında bir şair bu iki destanı yazmıştı işte. Homeros’un şiirleri bu destan türünün bir çok örneği karşısında çok açık bir üstünlük taşır.


Ancak bir tepki de ortaya çıkmıştı. Homeros diye birinin yaşamadığını, yaşamışsa bile en fazla bir derlemeci olduğunu ileri sürenler çıktı. İki destan da anlatıya dayalı birer halk şiiri olarak çıkmıştı ortaya ve bunlarda günümüzdeki biçimlerini yaklaşık olarak M.Ö. 7. ya da 8. yüzyılda kazanmışlardı. Alman bilgin F.A. Wolf 1795 te yayımladığı bir kitapta hem ilyada hem de odysseia ‘nın aslında çok sayıda şairin eserlerinden derlenmiş olduğunu öne sürdü. Wolf’un bu tezi yazarın halkın gözünde itibar kaybetmesinden memnun olanlar için çekiciydi. Wolf’un izinden gidenlere “çözümlemeciler”adı verildi. Şair Homers’a inanalara ise “bölünmezciler” dendi. İki taraf da tamamen yanılıyor değildi. Ne olursa olsun elimizdeki metinlerin şair tarafından derlenmiş olduklarından kuşku yoktur.

İlyada ile odysseia, okuryazarlığa geçmiş yeni bir kültür ile okur yazar olmayan eski kültür arasındaki çatışmanın ilk önemli eserlerindendir.


İlyada, yani iki şiirden daha çok tercih edileni, Troya kuşatmasının son kısımlarının kısa bir hikayesidir. Troya savaşının anıları, bunları duymuş olan bütün okurların hayalinde canlılığını ve parlaklığını korur. Günümüz bazı Yunan bilginleri böyle bir savaşın hiç olmadığına inanmaktadırlar. Bununla birlikte, yunan kültürü konusunda uzmanlaşmış bilginlerin çoğu, Roma bilginlerinin aksine ellerindeki malzemenin tabiatına uyarak nezaketlerini korurlar. Savaş Homeros’un anlattığı şekliyle geçmemişti elbette. Aristotales bu konuda şöyle der; “ Homeros, başka hiçbir şairde görülmeyecek kadar güçlü bir biçimde ilahi esin bulmuştur, çünkü Troya Savaşı’nın bir başı ve sonu olduğu halde,bütün hepsine şiirinde yer vermeye kalkışmamıştır. Hepsi bir kerede aktarılamayacak kadar kapsamlı bir konuydu. Kısaltarak aktaracak olsaydı, içeriğindeki olayların çeşitliliği yüzünden fazlasıyla karmaşık hale gelirdi konu. Böylece Homeros, olayın bir kısmını (son) seçmiş ve diğer kısımlarına ait çok sayıda olayı da epizotlar(Yunan trajedilerinde öğeleri oluşturan diyaloglu bölümlerin her biri) halinde eserin içine yedirmiş."

İkinci destan olan Odysseia’ da ise kahramanı Odysseus’un Troya Savaşından dönerken yaptığı on yıllık yolculuğun son altı haftası anlatılır. Ama ustaca geriye dönüşler aracılığı ile önceki serüvenleri de aktarılır. Güçlüklere katlanan ve sonunda dürüstlüğünü kaybetmeden zafere ulaşan yırtıcı,yolundan şaşmaz, marifetli adam örneği haline gelmiştir.


Bazı araştırmacılar Homeros'un kör olduğuna dair bilgiler aktarmışlardır.
Homeros eğer kör idiyse, gözleri orta yaş civarında kapanmış olmalı. Çünkü olağanüstü canlı bir görsellik duygusu taşır eserlerinde. Yunanlılar kendi kültürlerini bu şiirler üzerine kurmuşlar ve halen de Homeros'u temel kabul ederler.

HIPOKRATES

HİPOKRATES (HİPOKRAT MÖ ykş.400)

Efsanevi bir kişilik olan Hipokrat (MÖ ykş. 469-399) Yunanlıların,Arapların, bütün Avrupa’nın ve ortaçağın bilim,sanat ve felsefe alanında söz sahibi insanlarının gözünde ideal hekimliğin somutlaşmış halidir. Aslında buna günümüz dünyasını da eklemek yanlış olmaz.

Hipokrat kendi çağında bir öğretmen ve şifacı olarak ün kazanmıştır. Tıp tarihinde seçkin bir yeri olmasına rağmen hayatıyla ilgili detaylar çok net değildir. Anadolu’nun batı kıyısı açıklarındaki Kos(İstanköy) Adası’nda doğduğunu ve tıp öğretmeni olarak pek çok yer gezdiği bilinen ilk bilgilerdir. Kendisi gibi hekim olan Heraklides’in oğludur. Adını Yunanlıların şifa tanrısı Asklepios’tan alan Asklapiadai loncasının üyesiydi. O sıralarda Yunanistan’da Knidos’ta aynı değerde önemli bir tıp okulu daha vardı.

Hipokrat’ın çalışmalarının anlatıldığı yazılı kaynak fazla değildir. En çok öne çıkan çalışması sara hastalığı ile ilgili incelemesidir. O dönemlerde ilahi bir hastalık olduğuna inanılan sara hastalığına ampirik(deneye ve gözleme dayanan) bir açıdan yaklaşmıştır. Ayrıca iklimsel, toprak ve demografik nedenlerden kaynaklanan hastalıklarla ilgili çalışmaları da olmuştur. Batıl yorumları çürütmek için olabildiğince çaba harcadığı bazı yazılı kaynaklarda görülmektedir. Halk inanışlarına dayalı yaklaşımın yanında bilimsel bir bakışın da o dönemlerde geliştiği görülmektedir. Hem platon hem de Aristoteles çalışmalarından etkilenmişlerdir. Hipokrat bedenin tamamını anlamadan hiçbir parçasının tekil olarak anlaşılamayacağını öne sürmüştür. Yani eğer organın, örneğin karaciğerin, bütün içerisindeki işlevini anlayamıyorsak, o organı da tam olarak öğrenmiş sayılmayız diye düşünmüştür.

Ünlü Hipokrat Yemini farklı biçimlerde Hipokrat’tan önce de vardı. Yine de bu yeminin Hipokrat’la anılması tarihin verdiği bir değerdir. Hintli hekimlerin buna benzer bir yemin ettikleri belirtilir. Bu yemini eden hekim, başka yaptırımlarla birlikte kendini hastalarına adama, hastalarıyla cinsel ilişkiye girmeme,asla bebek düşürmeye yardımcı olmama ve hastasının özel bilgilerini daima gizleme sözü vermiş olur.

Hipokrat Yemini’nin orijinal hali aşağıdaki gibidir:

“Hekim Apollon Aesculapions, Hygia Panacea Tanrı adına. And içerim, onları tanık ve şahit tutarım ki, bu andımı ve verdiğim sözü gücüm kuvvetim yettiği kadar yerine getireceğim. Bu sanatta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım. Paraya ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim. Öğrenmek istedikleri takdirde onun çocuklarına bu sanatı bir ücret veya senet almaksızın öğreteceğim. Reçetelerin örneklerini, ağızdan bilgileri şifahi bilgileri ve başka dersleri evlatlarıma, hocamın çocuklarına ve hekim andı içenlere öğreteceğim. Bunlardan başka bir kimseye öğretmeyeceğim. Gücüm yettiği kadar tedavimi hiçbir vakit kötülük için değil yardım için kullanacağım. Benden zehir isteyene onu vermeyeceğim gibi, böyle bir hareket tarzını bile tavsiye etmeyeceğim. Bunun gibi bir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim. Fakat hayatımı, sanatımı tertemiz bir şekilde kullanacağım. Bıçağımı mesanesinde taş olan muzdariplerde bile kullanmayacağım. Bunun için yerimi ehline terk edeceğim. Hangi eve girersem gireyim, hastaya yardım için gireceğim. Kasıtlı olan bütün kötülüklerden kaçınacağım. İster hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan mazarattan sakınacağım. Gerek sanatımın icrası sırasında, gerek sanatımın dışında insanlarla münasebette iken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.”

GALILEO GALILEI

GALILEO GALILEI

Galileo (1564-1642) filozof olmadan önce, deneysel bilim araştırmacısı ve matematikçiydi. Felsefe için yaptıklarını da bilimin yararını düşünerek gerçekleştirmişti. Buna rağmen felsefe üzerindeki etkisi de bilim kadar etkili oldu. Kopernik’ten başlayarak 16.ve 17. yüzyılların bütün önemli bilim devrimcileri arasında, dini inançlara ve gizemciliğe en az ilgi duymuş olanı odur.

Aynı zamanda ana dili olan İtalyanca’da değerli bir üslup ustası olmuştur. Ufak çaplı ancak ustaca şiirleri olmuştur. Dante, Tasso gibi önemli İtalyan şairleri hakkında yazdığı makaleleri her zaman değerli bulunmuştur. Birçok bilginin tercih ettiği Latince yerine eserlerinde İtalyanca’yı kullandı. Attığı cesur adımlar sonunda Kopernik hipotezinin evrenselleşmesini ve kabul görmesini sağladı. Çağdaşı Johannes Kepler’e hayranlık duymasına rağmen ondan farklı olarak gizemcilikten uzak durdu. Kepler’den farklı olarak o, bildik çizgilerde başarılı bir üslup ustası, aynı zamanda da sivri dilli bir alaycıydı. Kepler’den daha modern ve daha dünyevi biri olduğu söylenebilir. Evreni sayılarla açıklama isteğine bakıldığında Kepler gibi bir Phythagorasçıydı. Şu sözleri bunu çok iyi doğruluyor:
“burada yazılı olan felsefedir. Sonsuz biçimde kendini bakışlarımıza sunan evrendir. Ancak önce onu meydana getiren dili anlamayı ve mektupları okumayı öğrenmeden anlaşılmaz bu kitap. Matematiğin dilinde yazılmıştır ve harfleri de üçgenler, daireler, diğer geometrik şekillerdir. Onlar olmaksızın bu kitabın tek kelimesini anlamak mümkün olmayacaktır. Onlar olmadan insan karanlık bir labirentte dolaşır durur.”

Galileo, Floransalı köklü bir ailenin evladı olarak Pisa’da dünyaya geldi. Babası Vicenzo’nun bilime ve edebiyata ilgi duymasına rağmen asıl uğraşı müzikolojiydi. Pisa Üniversitesi’nde öğrenim gören Galileo, genç yaşında aynı üniversitede matematik profesörü oldu. Daha sonra 1592’de cesurca düşünceleri yüzünden başının derde girmiş olduğu bir dönemde, aynı görevle Padova Üniversitesi’ne geçti. İlk incelemelerinden olan Du Motu’da (1590, devinim Üzerine) cisimlerin devinimine ilişkin anlayışta devrim yaratarak modern dinamik biliminin temellerini attı. Pisa Kulesine çıkarak aşağıya ağırlıklar attığı kesin doğru olmasa da nesnelerin düşüşü konusunda çağın geçerli anlayışının tamamen yanlış olduğunu gösterdiğine kuşku yoktur.

Bu yenilikçi bakışının ardında usta bir gözlemci olduğu çıkarımı yapılabilir. O zamanlar ağır cisimlerin yere daha çabuk düştüğüne inanılırdı. Galileo bunun doğru olmadığını ortaya koydu. Değişik ağırlıktaki gülleleri ahşap borulardan aşağıya yuvarladı; gülleler belli noktalardan geçerken ziller çalıyordu. Kütle çekimi kuvvetini göstermek Newton’a kalacaktı ama. Galileo da düşmekte olan cisimlerin saniyede 9.6 metre hızla ivme kazandığını ortaya koydu. Ayrıca havaya fırlatılan sanıldığı gibi yatay bir çizgi boyunca ilerleyip sonra aniden doğrultu değiştirerek düşey çizgide yoluna devam etmediğini, parabolik bir eğri çizdiğini göstermeyi başardı.

Galileo’nun ortaya koyduğu kanıtlar Aristocu fiziğin temellerini bir darbede yıkmasına neden oldu. Galileo’nun teleskopla gözlemlerine dayanarak 1610’da yayımladığı Nuncius Siderum (yıldızların Habercisi) Ortodoks eğilimli bilim araştırmacılarının pek de hoşuna gitmedi. Engizisyon Galileo’yu gözüne kestirmişti.

Galileo Hollanda’da yapılmış mercekli bir teleskopu ele geçirmeyi başarmış ve bundan esinlenerek 1609’da daha güçlü bir teleskop yaptı. Ayın kraterlerini ve jüpiter’in bazı uydularını görebiliyordu nartık. Güneşmerkezli teorinin can damarıydı bu alet. Çünkü çok daha büyük bir cismin yörüngesinde dönen gök cisimleri vardı artık karşısında. Büyük bir cesaret göstererek kiliseyi güneş merkezli teorisini kabule zorlama kararı aldı. 1613 yılında güneşte gözlemlediği lekeler üzerine yazdığı bir kitapta, yeryüzünün güneş çevresindeki yolculuğundan söz etmesi kendisine karşı çıkanları harekete geçirdi. 1616’da yani Kopernik’in heretik (dini kurallara karşı çıkan) ilan edildiği tarihte, Galileo’nun güneşmerkezli sistemi daha ileri götürmesi yasaklandı.

Yazmaya devam eden Galileo, gözle görülmüş olan hiçbir şeyin kutsal metinlerde yer alan farklı farklı yorumlanabilecek ifadelere dayanarak yanlış diye mahkum edilemeyeceği görüşünde direndi. Bu cesaretine rağmen tedbirli davranışlarını da sürdürüyordu. Nesnelerin “birincil” ve “ikincil” niteliklerine ilişkin kavramlarına yeni bir ivme kazandırmıştı. Bu konuda şöyle der:
“kulak, dil ve burun kesilip atılsa da şekil, nitelik ve devinim varlığını sürdürecek. Ama canlı varlıklardan bağımsız olarak yalnızca birer sözcükten ibaret saydığım koku, tat ve ses diye bir şey kalmayacaktır.”

Eski arkadaşı Maffeo Barberini’nin 1623’te VIII. Urbanus adıyla papalık tahtına oturmasının ardından kendini daha güvende hissetmişti. Onun papalığının ortalarına doğru, 1632’de en önemli eseri “Belli Başlı İki Arz Sistemi, Ptolemaios ve Kopernik Sistemleri Üzerine Diyalog” u yayımladı. Kendisine karşı çıkanlar Galileo’nun yakılmasını, en azından görüşlerini geri almaya zorlanmasını istediler. Yetmiş yaşında olan Galileo kolay bir lokma olarak görünüyordu artık. Kitabına el kondu ve Galileo Roma’ya götürüldü. Düşüncelerini red etmeye zorlandı. Düşüncelerini geri almasına rağmen ömür boyu hapse mahkum edilmekten kurtulamadı. Sonrasında Floransa’daki evine götürülerek daimi ev hapsinde tutuldu. Evinde çalışmalarına devam etti. Kızını ve gözlerini 1637’de kaybetti. Ama İtalya dışında, leiden’de yayımlamak (1638) zorunda kalacağı “İki Yeni Bilim” i tamamlamayı başarmıştı.

Galileo’nun kilise tarafından kovuşturmaya uğraması güneş merkezli teorinin daha çabuk kabul görmesini sağladı. 1600’de yeni ve tehlikeli bir görüştü bu. 1700’e gelindiğinde evrenin merkezinde dünyanın bulunduğuna inananların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu artık.



FRANCIS BACON

FRANCIS BACON

Francis Bacon’un (1561-1626) karakteri ve daha da önemlisi, etki alanının kapsamı hakkındaki tartışmalar bilim tarihçileri ve siyaset tarihçileri arasında halen sürüp gitmektedir. En büyük ve de en çok beğenilen eseri “Essays” dir (Denemeler). Bu eserin ilk yayımı 1597’de yapılmıştır. Ancak en büyük etki yaratan eseri Latince yazmış olduğu “Novum Organum” dur(Yeni Organon). Bu eser Bacon’un büyük bilimsel yapılanmasıyla aynı adı taşıyan “Instauratio Manga” nın (Büyük Yenileniş) ikinci cildini oluşturur. Ondan önce 1605’te İngilizce kaleme aldığı “ Advancement of Learning”(Bilginin İlerleyişi)’de önemli olarak kabul edilir.

Bacon mevki sahibi bir ailenin çocuğuydu. Babası Nicholas kraliçenin başmühürdarı, annesi ise Kraliçe Elizabeth’in başdanışmanıydı. Annesi aynı zamanda ülkenin en nüfuzlu birkaç adamından biri sayılan William Cecil’in yani Lord Burleigh’nin kardeşiydi.Francis Bacon, yükselebilmek için Lord Burlegh’ın çevresi ve nüfuzundan beklediği gibi faydalanamasa da, onun sayesinde parlamentoya girdi. Yirmi üç yaşında parlamento üyesi olan Bacon, Essex Kontu’nun himayesine girdi ve onun çok faydasını gördü. Ama Essex Kontu kraliçeyle ters düşünce büyük bir hırs ve gayretle onun hakkındaki soruşturmayı yürütmek için de tereddüt etmedi. Sonunda Essex Kontu’nun Kraliçeyi devirme çabaları asılmasına neden olacaktı. Bu arada Bacon’da Kraliçeye olan bağlılığını bir kez daha göstermiş ve kariyerine yeni yollar açmış oluyordu.

I. James’in tahta çıkmasıyla (1603) Bacon’un konumu ve refahı daha da yükselmişti. Aynı dönemde şövalye unvanını aldı. 1618’de en yüksek adli makam olan Lord Chancellor görevine getirildi. Yeni adalet bakanı olarak ataması yapıldı. Lord Verulam unvanını aldı. 1621’de St. Albans Vikont’u ilan edildi. Ancak aynı yıl kariyeri birden bire tepetaklak oldu ve şansı ters gitmeye başladı. Rüşvet almakla suçlandı. Bu olay Bacon’un yüz kızartıcı bir şekilde görevden çekilmesine neden oldu. 1626’ da ölene kadar bilimsel çalışmalarını devam ettirdi.

Tümdengelim ve tümevarım olarak bildiğimiz iki teknik terimi açıklamak da fayda var. Tümdengelim yöntemine dayanan önermelerde öncül doğru ise sonuç da doğru demektir. Tümevarıma dayalı önermelerde ise öncül doğru da olsa sonuç doğru olmayabilir. Bacon’ı en çok üne kavuşturan bilimsel yaklaşımı yeni bir tümevarım biçimine bağlı olduğu yolundaki düşüncesidir. Tümevarım aslında yeni bir yöntem değildi. Felsefi akıl yürütme tarzı bir yana, insanların zaten özel bir durumdan hareketle genelleme yaptıkları giz değildir. Ancak Bacon’ın yöntemi daha fazla dikkat içermekle birlikte özellikle olumsuz durumları da hesaba katar. Bacon şöyle yazmıştır:
“Olumsuzluk ve dışlama gereği kadar yerine getirildikten sonra, en dipte hiç ağırlığı olmayan görüşlerin hepsi eriyip buharlaşırken, somut ve doğru olmanın yanında geçerli biçimde tanımlanmış olan sağlam bir olumlama kalacaktır geriye; buna varan yol ise dolambaçlı ve iç içedir.”

Bacon’ın doğru bilimsel yöntem görüşüne yönelik belli başlı iki eleştiri vardır. Öncelikle tümevarım dediği yöntemin, pratik ve esinleyici değeri ne olursa olsun ciddi hatalar taşıdığı inandırıcı biçimde ortaya konmuştur. İkinci olarak da Bacon’ın matematik konusunda oldukça yetersiz oluşuydu. Kopernik, Kepler ya da Galileo’yu yeterince incelememişti. Oysa ki tümdengelim yöntemi çoğu zaman matematik yolu ile açıklanabilen bir kavramdı. Bu nedenle Bacon tümdengelim yönteminin nasıl kullanıldığını göremedi. Bütün bunlara rağmen, gözlem yöntemine ağırlık vermiş olması ve bilimsel araştırmalarının genel olarak taşıdığı anlayış açısından esin kaynağı olmuştur.

Bacon’ın insan zihninden kaynaklanan ve bilimsel ilerlemenin yolunu tıkayan engeller ilişkin listesi sağlam temellere dayanır. İdol olarak adlandırdığı bu türden dört engel saymıştır Bacon: Soy, Mağara, Çarşı ve Tiyatrodur.

Soy : insanların algı mekanizması yavaş işler ve bozulmaya eğilimlidir.
Mağara: daha tartışmalı bir nitelik gösteren mağara idolleri, bireylerin bütünüyle kendine özgü niteliklerinden kaynaklanır. Esas olarak doğuştan gelen ya da kişinin kendi doğasından kaynaklanan önyargılardır.
Çarşı: çarşı idollerine günümüzün medya ve magazin idolleri de denebilir. İnsanlar “gündelik ilişkiler ve bağlantılar” yoluyla sayısız gereksiz tartışmaya ve anlamsız boş heveslere sürüklenir. Günümzde bunlar, filimler üzerine girilen tartışmalar, film ya da pop yıldızlarının yaşantısı, gazetelerin magazin ağırlıklı haber ve köşe yazıları olarak ifade edilebilir.
Tiyatro: Bacon’ a göre tiyatro idolleri de bir o kadar faydasız teoriler ile felsefe sistemlerinden oluşur. Bacon’ a göre böyle faydasız teoriler arasında Kepler’in yasaları da vardı.

Bacon’ın siyasi davranışlarına yön veren, kendisinin de açıklamış olduğu gibi iyi olanı yapma isteği idi. Bu boyutu ile onu faydacı düşüncelerin öncüsü sayabiliriz. Bacon’ın en büyük özelliği ise sınır tanımayan bilimsel merakı idi. Bilim ve merak içi içe değil midir zaten? Ortaçağ ile moderniteyi ruhunda çok iyi karıştırmıştır. Deneme yazarlığı ile incelikli bir tarz oluşturmuştur. Bu dala da önemli katkıları olmuştur. Genele uyum gösteren davranışlarına rağmen zaman zaman ateist olarak suçlamalarla karşılaşmıştır.

RENE DESCARTES

RENE DESCARTES

Hak ettiği gibi modern felsefenin babası olarak bilinen Rene Descartes (1596-1650) tarihin en etkili insanlarından biriydi. Yaşadığı çağın taş kafalı tahammülsüzlüğü, Galileo’nun başına getirdiği gibi onun da kendini ifade etmesine engel olmuştu.

Özel hayatı hakkında çok detaylı bilgi olmamasına rağmen hakkında bilinen az şeylerden biri, kendisi 44 yaşındayken kızı Francine’nin ölmesinin onun için ağır bir darbe olduğudur. İsveç Kraliçesi Christina’yı ziyaret amacıyla bulunduğu İsveç’te zatüreden ölmüştür.

Descartes ketum biriydi, ama Cizvitler tarafından yetiştirildiğini ve özgür düşünceyi savunanların ölümle, işkenceyle ya da ikisiyle birden cezalandırılabildiği bir çağda yaşadığını (özgür düşünce savunucularına bu çağda da farklı bir şey yapılmıyor aslında. Pek de bir şey değişmiş sayılmaz.) dikkate alınca, bu o kadar da abartılı değildi.

Descartes, “Cogito, ergo sum” (düşünüyorum, öyleyse varım.) diyerek kendinden başka herkesin, kendi bilgisine ilişkin ciddi kuşkularını dağıtmasını sağladı. Bir anlamda onun felsefesinde birinci şahıs çok fazla yer tutar. Cogito (düşünüyorum), açıklayıcı potansiyelden yoksun olmakla suçlanacak çok sayıda beyanından ilkiydi onun. Ama yine de şöhretini garantilemiş bir sözdür. Descartes’e çalışmalarına devam etme gücünü veren bu söz olmuştur.

Öncelikle matematikçi, dolayısıyla matematiksel mantığa alışkın olan Descartes, matematiksel akıl yürütmenin son derece kesin görünen felsefenin nispeten tartışmalı alanlarına uygulamaya karar vermişti. “ İnsanın bilgisi dahilindeki her şey aynı şekilde birbiriyle bağlantılıdır.” Diye düşünmekteydi. Gökyüzünde ve yeryüzünde felsefenin hayal ettiklerinde çok daha fazlası var. Ve bunu başaracak insan Descartes’tı. Her şeyden önce matematiksel bir kesinlik arıyordu.

Descartes, Fransa’da ,Tours yakınlarındaki La Haye’da dünyaya geldi. Anjou’daki La Fleche’te yeni kurulan Cizvit okulunda öğrenim gördü. İleride etkisiyle önce sorgulanıp sonra yerle bir edilmesine sebep olacağı skolastik felsefeyi orda çok iyi öğrendi. Aynı zamanda Aristoteles’in düşüncelerine karşı düşünceler oluşmaya başlamıştı Descartes’ta. Ardından Poitiers’de başladığı hukuk öğrenimini 1616’da tamamladı. 22 yaşına gelince, “düşünmek için zaman” bulma isteğiyle Nassau Kontu Maurits’in “Protestan” ordusuna katılarak Cizvit eğitmenlerinden ayrılmış oldu. Ulm’da seferdeyken, bilimleri birleştirmek üzere bir metodoloji geliştirdi.

Descartes sonunda (1628’de) Hollanda’ya yerleşti ve sonraki yirmi yıl boyunca orada yaşadı. Çok geçmeden ilk eseri Regulae ad directionem ingenii’yi (Aklın İdaresi İçin Kurallar) kaleme aldı. Ancak yarım kalan bu eser 18. yüzyıl sonlarına kadar yayımlanmadı. Le Monde’u (Dünya) 1634’te tamamladı Descartes, ama tam yayıma verecekken Galileo’nun, Kopernik sistemine ilişkin öğretisini- Descartes’da benimsiyordu bu öğretiyi- işkence tehdidi altında geri çektiğini haber aldı.

Descartes’ın Dıscours de la methode (Metot Üzerine Konuşma) adlı çalışması 1637’de, üç kısa bilimsel incelemenin önsözü olarak yayımlandı. 1641’de Meditationes de Prima Philosophiae( İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler) çıktı. Ardından 1644’te Principia Philosophia (Felsefenin İlkeleri ) yayımlandı. Son yayımlanan eseri Les Passions de I’ ame (Ruhun İhtirasları), duygular üzerine aşırı ölçüde entelektüel bir incelemeydi. Descartes kendini haklı çıkarma uğruna hayvanları ruhtan ve candan arındırarak mekanik olduklarını iddia etti bu kitapta. Ancak ruh ile maddeyi çılgınca bir şekilde birbirinden ayırmakla Descartes’ın herkesi rahatsız ettiğinden ve herkesin zihnini uyardığından kuşku yoktur.

“Metafizik Düşünceler” adlı eserinde şöyle der; “hiç kimse dünyanın varlığından ciddi biçimde şüphe etmemiştir hiç.” Madem şüphe vardır, bu şüphe geçerli olsun olmasın bir de şüphe eden olması gerekir. Yoksa şüphenin kendisi var olamaz. Descartes’a göre cin fikirli bir kesinlikti bu. Fakat Descartes, bu kesinlik konusunu başka bur sonuca sıçramak için kullandı daha sonra. Şunu ortaya koydu kusursuz bir tanrı (varlık da olabilir) kavramına sahip bu kusursuz varlığın olması gerekirdi. Kusursuz bir varlık olmasaydı, kusursuz bir varlık düşüncesi de olmazdı.

Kartezyen diye bilinen sistemi geliştirdi. Bir tür yeni kurmaca “ikiciliği”(düalizm) ortaya atarak ve şüpheciliğin ötesine geçmiş geçerli bir felsefenin var olabileceği gibi bir kavramı yarattı. Dinde ikicilik, şeytan’ın da Tanrı’yla birlikte sonsuz olduğu anlayışını içeriyordu. Marksizim’deki “dünyada her şey karşıtıyla vardır.” İlkesini o zamanlar bu şekilde ifade etmiş Descartes. İkicilik ilkesine, “yin” ile “yang” ın sonsuza kadar birlikte olacağını da örnek verebiliriz. Başka ikicilik türlerinde de başka temel kutuplar bir aradadır. Fakat Descartes ruhu bedenden ayırıyordu. Maddeyi “formlar”ın gerçeği önünde büyük bir engel olarak gören Platon’un aksine Descartes, maddenin özünün uzayda sonsuz bir uzam kapladığı, uzayın ise matematiksel olarak nicelleştirilebilir bir töze (töz,değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik; kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan anlamındaki felsefe kavramı. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan) sahip olduğu kanısındaydı.

Eğer materyalist olsaydı, her şey Descartes için daha kolay olacaktı. Ama o zaman dine uygun kesinliği de sağlayarak her konuda haklı çıkamayacağının farkındaydı. Örneğin madde “uzam” (uzayda yer kaplama ) olduğuna göre boşluk diye bir şey olamazdı. Fakat zihin ya da bilinç sorun yaratmaya devam eder ve bunun da çok basit bir nedeni vardır. Maddenin aksine ona dokunamazsınız. Ama yine de orada olduğunu biliriz. Bazı modern materyalist felsefecilere göre zihin, beynin fiziksel olarak tanımlanabilen bir dizi durumundan ibarettir.

Özgür düşünenlerin karşısına ellerinde hayatın ve ölümün kudretiyle çıkanları, düş gücü çok geniş bir yazar, bir yaratıcı olarak mat edebilirdi Descartes. Kendinden daha cesur, daha büyük olan Bruno’ yu yutmuş alevlerin kıyısında güvenli bir yolda yürümeyi seçiyordu. Descartes’ın dehasına yön veren çok sayıda karmaşık mekanizma içinde herkes tarafından kabul edilmiş ikisi, hem en sade hem de en güçlü olanlarıydı. Gösteriş merakı ve korku. Şüpheyi temel alarak kesinliği icat etmeye çalışan Descartes’in kendisi de şüpheden kurtulmuş değildi aslında.

Popüler Yayınlar