Translate / dil çevirici

17 Mayıs 2008 Cumartesi

PİR SULTAN ABDAL VE MÜCADELESİ

PİR SULTAN ABDAL

Pir Sultan Abdal, 16. yüzyıl Osmanlı toplumunda yaşamış, şiiri ve eylemleriyle halka mal olmuş, halkla bütünleşmiş bir dava adamı ve lider ozandır. Alevi-Bektaşi edebiyatının en büyük şairi kimdir ? diye sorsak, cevabı kuşkusuz Pir Sultan Abdal’dır. Pir Sultan’ın politik yönü, “şah!,şah!” deye şiirlerinde geçen ünlemelerinden de anladığımıza göre, 16. yüzyıl Alevi-Kızılbaş halkının Sünni Osmanlı Devleti’ne başkaldırışının sözcülüğü ve liderliğidir.

Pir Sultan’ın Padişah’a karşı Şahtan yana olması, kendi imparatoruna karşı yabancı bir imparatoru tutmak değildir. Anadolu köylüsünün dili ve yoksulun özgürlük istemiyle koşuşan, satılmış softaların karşısına dikilen Pir Sultan, insanın insana kulluğunun hiçbir türlüsüne boyun eğecek yaradılışta değildi. Onun Osmanlı Sarayı’na ve bütün saraylara karşı halkın savunucusu saymadan kişiliğine, şiirlerine anlam verebilmek mümkün olmayacağı gibi asılması olayını da kolaylıkla açıklayamayız. Pir Sultan halkın, kendinden kopmuş bir saraya direniş simgesiydi. Suç işleyen Pir Sultan değil Padişahın ta kendisiydi aslında. Halkına ihanet etmiş bir Padişah, padişah’a karşı gelen bir ozandan daha az suçlu olamaz elbette. İnsanlık anlamında bile Pir Sultan, halkından haberi olmayan saraydaki sağır sultandan iyiydi. Bir tarafta sarayın surları içine kapandıkça kapanan köylünün halinden haberi olmayan bir sultan, bir tarafta Sivas’ın Banaz Köyü’nden dünyaya açılan Pir Sultan. Osmanlı padişahı halktan koptukça koparken, halk doğal olarak kendinden kopmayan devrimcilere sıkı sıkıya sarılmıştı.

Sanatçının ürettiklerinin ve anlatmak istediklerinde yaşadığı dönemin sosyal, siyasal ve toplumsal dokusundan mutlaka izler vardır. Bu nedenle Pir Sultanı ve düşüncelerini daha iyi anlamak için öncelikle 16. yüzyıldaki Osmanlı toplumsal yapısından bahsetmek daha doğru olacaktır.

Bir toplumdaki sosyal doku ile toplumsal halk muhalefeti arasında mutlaka diyalektik bir bağ vardır. Bir hareketin doğuş nedenini toplum düzeninin biçiminde, ekonomik ve sosyal karakterinde aramak gereklidir. Bilindiği gibi Osmanlı toplumunun sosyal dokusu, egemenlik altına alınan toprakların doğal ve özgül koşullarına göre değişiklik gösteriyordu. Birbirinden farklı bir çok toplum düzeninin bazen yalın bazen de karmaşık olarak yan yana yaşadığı görülüyordu. İlkel bir aşiret yaşantısının yanında, gelişmiş şehir lonca sistemi, toprak köleliğine dayanan derebeylik düzeninin yanında milletlerarası kervan ticareti gibi birbirinden yapı bakımından farklı oluşumlar, ekonominin karmaşık yüzünü oluşturuyordu.

Sözgelimi ele geçirilen bazı bölgelerde bazı derebeylerin mülkiyet hakları aynen korunmuştu. Osmanlılar’da Beyrut, Suriye, Halep, Bağdat, Basra, Hicaz, Yemen vilayetleri ile Kürt Beylikleri; Rumeli’de Bosna-Hersek, Eflak, Boğdan, bölgeleri Osmanlı toprak sisteminin dışında bırakılmıştı. “burada toprak ve köylü, aşiret şeyhlerinin, derebylerinin, feodallerin öz malıydı.” Bizans ve Trabzon İmparatorlukları yaşamlarını sürdürürken, burada da toprak köleliğine dayalı sıkı bir feodalizm egemendi.

Anadolu’nun dışında kalan bölgelerde üretim ilişkileri böyleyken, Orta Anadolu’da yani Pir Sultan’ın yaşadığı coğrafyada durum neydi acaba?
Osmanlı Sultanı’nın mülkün ve yönetimin tek sahibi olduğu gerçekte salt bir formülden başka bir şey değildi. Gerçek böyle değildi. Büyük devlet memurları, vezirler yani feodal eşraf ve Osmanlı Devleti’nin aristokrat zümresi Sultan namına devleti idare ediyordu. Osmanlı Devleti’nin siyasi anlayışı feodalite zümresi çıkarlarına uygun biçime sokulmuştu. Din adamları, Kanunname-i Cedid gibi kanunnamelerle feodalizme dinsel kılıflar hazırlanmıştı. Padişah, sadrazam ve şeyhülislam arasında sıkı bir dayanışma vardı. Padişahın fermanları, sadrazamın hükümleri ve şeyhülislamın fetvaları birbirini tamamlar nitelikteydi. Sonrakiler öncekinin görüşlerine kılıf hazırlayarak destek çıkıyorlardı. Marks’ın dediği gibi “iktisadi bir modele nitelik kazandıran mülkiyet biçimi değil üretim ilişkilerinden ortaya çıkan sömürü biçimidir.” Osmanlı’da da üretim ilişkilerine bakınca bazı bölümlerde feodal yapıyı kolaylıkla görebiliriz.

Osmanlı’daki toprak dağılımını üç grupta toplayabiliriz:
1- kişisel arazi ve mülkler(sultan tarafından kişilere verilen mülkler)
2- vakıf arazi ve mülkler(dinsel yollarla edinilen büyük mülkler)
3- devlete ait arazi ve mülkler( sarayın ve askeri feodallerin elindeki mülkler)
Devlet arazilerindeki dağılımın en belirgin biçimi “timar” olarak adlandırılır. Timar’ın kurumsal anlamı şudur: Devlet(sultan, padişah) belirli topraklar üzerindeki gelirlerini belli bir hizmet karşılığında ordu mensuplarına bırakmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda gözlenen has, zeamet ve timar, belli yörelerin toprak ve öteki gelirlerinin asker, sivil yöneticilere verilmesi biçimindeydi. Bu topraklarda çalışan köylü herhangi bir mülkiyet hakkına sahip değildi. Toprağı işler, ürünün çok büyük bir bölümünü vergi olarak verirdi. Bu vergi aşar ya da haraç olarak adlandırılıyordu. Osmanlı Döneminde öşür,haraç ve ciziye olmak üzere halktan alına vergilerin seksen tür olduğu kimi kaynaklarda belirtilir. Günümüz iletişim araçlarına rağmen vergi kaçakçılığı, rüşvet ve yolsuzlukların boyutu düşünüldüğünde o dönemin vergi sisteminde nelerin yaşandığını ve halkın neler çektiğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Biraz da Osmanlı Devleti’ndeki ideolojik yapıya değinmek gerekir. Sınıflı toplumların tümünde olduğu gibi Osmanlı toplumunda da ezen ve ezilen sınıflar ile bunların kendine has ideolojileri olacağı açıktır. Avrupa dahil feodal toplumlarda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de dinsel ideolojiler egemendi. Bu da bir çeşit ümmetçilikten ibaretti. Osmanlı toplumunda islami devlet olmanın sonucu olarak en büyük kanun şeriat kanunları geçerliydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda egemen resmi ideoloji olan Sünnilik daha çok saray çevresi ile taşradaki egemen katmanlar arasında, Mevlevilik daha çok şehir çevrelerinde, Bektaşilik kasaba çevrelerinde, Alevilik ve türevleri ise daha çok kırsal kesimlerde ve İslamlığı seçmek zorunda bırakılan gayrı Müslim unsurlar arasında barınmıştı. Feodalizmin ideolojisi ümmetçiliğin Anadolu’daki yansıması olan Sünnilik, kurumlaşmış düşünce olarak egemen kesimin sömürü ve baskı öğretisi haline dönüşürken; ezilen düşünce olarak Alevilik ve türevleri (Kızılbaşlık, Babailik,bedreddinilik gibi) gibi heterodoks (farklı düşünceler) düşünceler de köylülüğün öğretisine dönüştü. Alevilik inanç sistemi, feodal toplumdaki emekçi kesimin düşüncesi durumundaydı. Aslında Anadolu’daki dinsel görünümlü halk hareketleri, Avrupa’daki benzeri köylü ayaklanmaları gibi özünde sınıfsal mücadeleden başka bir şey değildi.

Çağdaş düşünce sistemlerinin ve değer yargılarının yerleşmediği dönemlerde, dini kurumların önemi oldukça büyüktü. Çünkü din yönetici kesimlerin başlıca sömürü ve baskı aracıydı. Bunun en çarpıcı ve en acılı örneklerinden biri 1514’ de gerçekleştirilen alevi katliamıdır. Osmanlı Padişahı Yavuz Selim, bir paylaşım savaşı ve genişleme kavgası olan Çaldıran Savaşı’ndan önce emekçi kitleleri yanına çekemeyeceğini anlayınca halkı harekete geçirmek ve çıkar savaşına araç edebilmek için Anadolu’ya gönderdiği memurları ve askerleri aracılığı ile yediden yetmişe Kızılbaş-Alevileri defter ettirmiş(fişlemiş yani) elli binden fazla kişinin yok edilmesi ve binlerce evin tahrip edilmesi ile sonuçlanan kitle katliamına girişmişti.

Özellikle Yavuz’un Halifeliği Savaş yoluyla alarak, Osmanlı İmparatorluğunda Sünniliği resmi ideoloji haline getirmesi, sarayla halk arasındaki inançsal-düşünsel çelişkiyi daha da arttırmıştır. Öte yandan Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’in de Şiiliği egemen inanç yapması, Anadolu Alevilerinin oraya daha da yakınlaşmasına yol açmıştır. Osmanlı yönetimi ile ters düşen kitleler Şah yönetimine bir dayanak gözüyle bakıyordu. Şah İsmail, “Hatayi” mahlasıyla yazdığı ustaca Türkçe şiirleriyle, özellikle alevi halk üzerinde oldukça etkili oluyordu.

16. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı ekonomik bunalımın toplumsal yapı ve halk üzerinde yarattığı etki de bu siyasal gelişmelerin üzerine gelmişti. Amerika kıtası keşfedilmiş, Akdeniz yerine Afrika’nın güneyinden geçen yeni ticaret yolları ve gelir kaynakları bulunmuştu. Matbaa icat olmuş ve kültürel akış hızlanmıştır. Avrupa bilim ve sanat üretirken, Osmanlı kendinden olmayan halk kitlelerini tüketmekle uğraşmaktaydı. Kısaca Avrupa canlı ve hareketli bir yaşama geçmiştir. Böylece ticaretin alanı ve boyutları, Osmanlıların ve Safevilerin aleyhine gelişmekteydi. Tüm bu gelişmelerin Osmanlıyı etkilememsi düşünülemez.

16. yüzyılın ikinci yarısı, başka eyaletlerin yanı sıra Rum Eyaleti(Sivas, Tokat, Amasya, Malatya, Bozok) için de, geniş çiftçi ve göçer hayvancı tabakalarının tam bir sefalete düştüğü; reaya-memur anlaşmazlıklarının doruk noktasına vardığı bir dönemdir. Halk arasında küçük ayaklanmalar da gözlenmiştir.

Kısaca Sultan iktidarını perçinlemeye çalışırken, köylünün göz nuru, alın teri üstüne timarlar, zeametler, haslar kuruluyordu. Bunların üzerine de sipahilerle öteki yöneticiler oturuyordu. Ama koskoca bir halk kitlesi yokluk ve yoksulluk içinde kıvranıyordu. Üretimde yük genellikle bu yoksul insanların sırtındayken, hiçbir zaman bu kesimin ürettiği kendi cebine girmiyordu. Her şeyden önce emekçi kesim üretim araç ve gereçlerinin gerçek sahibi olamamıştı. Köylüler içinde bulundukları bu acıklı durumu şu dörtlükle dile getirmişlerdir örneğin:
Çıksam dağa ayısı var, kurdu var
Düze insem sıtması var, derdi var
Köye gitsem tahsildarın derdi var
Şaştım ağam bu salgının elinden.

İşte emekçiler kendilerine bela olan bu salgından kurtulmanın yollarını arıyorlardı. Kimisi bunu bir alınyazısı ve kader sayıp boyun eğiyordu. Kimisi feodallerin temsilcileri zaptiyelere ve tahsildarlara karşı direniyordu. Osmanlı Sultanın halk arasında yarattığı gerilim, yukarıda bahsedilen siyasal ve ekonomik gelişmeler sonucunda Pir Sultan’ın başkaldırısı ortaya çıkar. İçinde yetiştiği halkın düşüncelerini, özlemlerini ve taleplerini çeşitli dini parolalarla süslenmiş sözlerle ve sazıyla dile getiren ve halkıyla birlikte mücadeleye dönüştüren bir lider-ozandır Pir Sultan Abdal. Asıl adı Haydar olarak bilinir. Kendisini yetiştiren felsefenin gereği olarak her alanda Osmanlı ile ters düşmüştür.şiirlerinde geçen”şah” ve “mehdi” kelimelerinin Ali’den başlayarak haklıları haksızlardan kurtarmak için günün birinde ortaya çıkacak mehdi inancındaki kurtarıcının simgesi olduğunu da belirtmek gerekir.

Pir Sultan, Osmanlı Padişahlarını Anadolu’yu sömüren, yoksul halka yaşama olanağı tanımayan, yoksulun hakkını almak isteyenleri ve Alevileri acımasızca katleden bir zorba olarak görüyordu. Olup bitenlerden emekçi Sünni halkı değil, Osmanlı Siyasal gücünü ve onun yarattığı yapıyı sorumlu tutuyordu. Başka bir söylemle Pir Sultan’ın kavgasının temelinde yeni bir toplum düzeni arayışı vardır. Onun kavgası Osmanlı düzeninin adalet dağıtıcıları, kadıları, müftüleri, Beylerbeyileri, paşaları, valileri, sonra da onların ardına gizlenmiş en büyük siyaset gücü olan sultandır.

Kocabaşlı koca kadı
Sende hiç din iman var mı?
Haramı helali yedi
Sen de hiç din iman var mı?

Pir Sultan’ım, zatlarımız
Gerçektir şöhretlerimiz
Haram yemez itlerimiz
Bu sözümde yalan var mı?

Pir Sultan’da “şah” güzel günleri getirecek, insanları haksızların elinden kurtaracak bir güçtür, bir kurtarıcıdır, güzel günlerin habercisidir. Pir Sultan mücadelesini sürdürürken bu güce dayanır. Bu nedenle Osmanlı Müftüsü ve dönemin Hızır paşası “şah” adının anılmasını yasaklar. Ancak Pir Sultan ölümü göze almıştır.

Padişah katlime ferman dilese
Yine geçmem ala gözlü şahımdan
Cellatlar karşımda satır bilese
Yine geçmem ala gözlü şahımdan

Pir Sultan Abdal içinde ki devrimi tamamlamış, davasına inanmışlığın verdiği güçle daha da güçlü seslenmeye devam eder.

Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kement, işte boynum, asarsa
İşte hançer, işte kellem, keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.

Osmanlı yöneticileri halk ayaklanmalarını bastırmak ve kitleleri sindirmek için muhalefete önderlik edenleri türlü yollarla katletmektedir. İşte Pir Sultan Abdal böyle bir ortamda Hızır Paşa’nın karşısına çıkarılır. Hızır paşa Pir Sultan’a ders, halka da gözdağı vermek istemektedir. Pir Sultan’ın başlattığı ayaklanma önlenmiş üstelik bazı dostları da onu bırakarak geri kaçmıştır. Hızır paşa tehditler savurarak onu korkutmaya çalışmıştır. Ama Pir Sultan taviz vermemiştir. Aşağıdaki şiirden bunu anlıyoruz:

Yürü bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir.

Şahı sevmek suç mu bana?
Kem bildirdin beni Han’a
Can için yalvarmam sana
Şehinşah bana darılır

Bunun üzerine Hızır Paşa Pir Sultan Abdal’ı zindana attırır. Söylediklerinden ve yaptıklarından pişman olmasını “şah” kelimesini kullanmamasını yoksa asılacağını söyler. Pir Sultan aldırmaz mücadelesinden ve düşüncelerinden geri durmaz.

Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar şah’a gidelim
Siyaset günleri gelip çatmadan
Açılın kapılar Şaha gidelim.

İnadına şah kelimesini kullanır şiirlerinde. Her türlü baskıyı göze almıştır artık.

Karşıda görünen ne güzel yayla
Bir dem süremedim giderim böyle
Ala gözlü pirim sen himmet eyle
Ben de bu yayladan Şah’a giderim.

Pir Sultan Abdal’ım dünya durulmaz
Gitti giden ömür, geri dönülmez
Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz
Ben de bu yayladan Şah’a giderim.

Sonunda Pir Sultan Abdal acı ve katı gerçekle karşı karşıya kalır. Zindandan alınarak asılmaya götürülür. Pir Sultan Abdal’ın acılarla iç içe geçen ömrü böylece noktalanır. Halkının acıları ve güzel bir dünya özlemiyle yoğrulmuş bir şiir dünyası kalır geride. Onu asan Hızır Paşa unutulur ancak Pir Sultan Abdal, mücadelesi ve düşünceleri halen yaşamaya devam etmektedir.

Mistik kabuğu kırıp gün yüzüne çıkan çok belirgin, sınıfsal, somut bir içerik vardır Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde. 16. yüzyıl için bu oldukça önemlidir. Bu ses ve duyguyu biraz Dadaloğlu’da bulmak mümkün olsa da Dadaloğlu Pir Sultan Abdal ölçüsünde bir eylem adamı olamamıştır. 15. yüzyılda Osmanlı Saltanatı’na başkaldırmış Şeyh Bedreddin’in halk şiirindeki bir uzantısı denilebilir onun için. O tavrını halktan yana koymuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar