Translate / dil çevirici

9 Eylül 2010 Perşembe

yerçekimi yasası,kepler ve güneş sistemi

Yerçekimi yasası keşfedilen ilk temel yasalardan birisidir. Bu yasanın, “insan zekasının gerçekleştirdiği en kapsamlı genelleme” olduğu söylenmiştir. Yerçekimi yasası şudur: iki kütle, birbiri üzerine, aralarındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı ve kütlelerinin çarpımı ile doğru orantılı olan bir kuvvet uygular. Bu önemli yasayı aşağıdaki matematik formülüyle ifade edebiliriz:




             mm’
F = G ---------
              r2



Yani bir sabit sayı çarpı kütlelerin çarpımı bölü uzaklığın karesi. Şimdi buna bir de, bir kütlenin bir kuvvet etkisiyle ivme kazandığını, veya hızının her saniye, kütlesiyle ters orantılı olarak değiştiğini, veya kütle azalınca hızının daha fazla, kütleyle ters orantılı olarak değiştiğini eklersek yerçekimi yasası hakkında tüm gerekenler söylenmiş olur. Bunun ötesinde söylenecekler, bu iki şeyin matematiksel sonucundan ibaret olacaktır.



Eski bilginler gezegenlerin gökyüzündeki hareketlerini gözlemleyerek onların Dünya ile birlikte Güneş çevresinde döndüğü sonucuna vardılar. Bu sonuç daha sonra Copernicus tarafından da bağımsız olarak keşfedildi. Bundan sonra yanıtı araştırılacak soru şuydu: Güneş çevresinde tam olarak nasıl dönüyorlardı? Güneş’in merkez olduğu bir çember üzerinde mi, yoksa bir başka eğri boyunca mı? Ne hızla hareket ediyorlardı? v.b. Bunların yanıtlanması daha uzun zaman aldı. Copernicus sonrası dönemler, gezegenlerin gerçekten Dünya’yla birlikte Güneş etrafında mı döndükleri, yoksa Dünya’nın evrenin merkezinde mi olduğu sorularının tartışıldığı dönemlerdi.



Daha sonra Tycho Brahe(1546-1601) adında bir adam, soruyu yanıtlamak için bir yöntem önerdi. Eğer gezegenler çok dikkatle gözlenip gökyüzündeki yerleri tam olarak kaydedilirse, teorilerin durumu belki açıklığa kavuşabilirdi. Bu, modern bilimin anahtarı ve doğanın gerçekten anlaşılmasının başlangıcı oldu. Bir şeyi gözlemek, ayrıntıları kaydetmek ve bu bilgilerin şu veya bu yorumu çıkarmayı sağlayacak ipuçlarını içerdiğini ummak. Zengin bir kişi lan Tycho’nun Kopenhag yakınlarında bir adası vardı. Buraya pirinçten yapılmış kocaman daireler yerleştirdi ve özel gözlem yerleri yaptırdı. Sonra geceler boyunca gezegenlerin konumlarını kaydetti. İşte ancak bu tür yorucu ve yoğun çalışmalar yoluyla bir şeyler bulunabilirdi.



Toplanan bütün bilgi Kepler’in (1571-1630) eline verildi. Kepler Brahe’nin asistanlığını yapıyordu. Gelen bu bilgiler üzerine Kepler’de gezegenlerin Güneş etrafında ne tür bir hareket yaptığını incelemeye koyuldu. Bunun için deneme yanılma yöntemini uyguladı. Bir ara yanıtı bulduğunu sandı. Gezegenler Güneş’in merkez olduğu çemberler üzerinde hareket ediyorlardı. Ancak daha sonra bir gezegenin, Mars’ın sekiz dakikalık bir yay kadar sapma yaptığını farketti. Kepler, Tycho Brahe’nin bu ölçüde bir hata yapamayacağını düşünerek yanıtın doğru olmadığı sonucuna vardı. Deneylerin çok dikkatli yapılmış olması nedeni ile başka bir yol deneyerek sonunda üç şey keşfetti.



İlk olarak, gezegenler Güneş’in odak olduğu elips şeklinde bir yörünge izliyorlardı. Elips bütün ressamların bildiği bir eğridir: Basık bir daire.





Bir gezegenin Güneş çevresindeki yörüngesi bir elipstir; Güneş de odakların birindedir. Bundan sonra gelen soru şuydu: Güneş’e yaklaştıkça hızı artıyor, uzaklaştıkça yavaşlıyor mu? Kepler bunun da yanıtını buldu(yukarıdaki şekil).



Bulduğu yanıt şöyle açıklanabilir: Örneğin üç hafta gibi belirli bir ara içeren iki farklı zamanda gezegenin konumunu saptayalım. Sonra, yörüngenin başka bir bölümünde, gezegenin yine üç hafta ara ile iki ayrı konumunu saptayalım ve Güneş’le gezegeni birleştiren doğruları çizelim(bilimsel deyimle bunlar yarıçap vektörleridir). Üç hafta ara ile çizilen iki doğru ve yörünge arasında kalan alan, yörüngenin her bölgesi için aynıdır. Demek ki, gezegen Güneş’e daha yakın olduğu yerlerde daha hızlı hareket ediyor ve uzaklaştıkça aynı alanı taramak için daha yavaş ilerliyor.



Birkaç yıl sonra Kepler üçüncü bir kural keşfetti. Bu kural yalnızca tek bir gezegenin Güneş çevresindeki hareketiyle ilgili değildi; farklı gezegenler arasında da ilişki kuruyordu. Bu kurala göre, bir gezegenin Güneş çevresinde tam bir devir yapması için gereken zaman, yörüngenin boyutuna bağlıdır; bu zaman da yörüngenin yörüngenin boyutunun küpünün kare kökü ile orantılıdır. Yörüngenin boyutu elipsin en büyük çapıdır. Keplerin bu üç yasası şu şekilde özetlenebilir:



1-Yörünge bir elipstir.

2-Eşit sürelerde eşit alanlar taranır.

3-Bir devir için gereken süre, boyutun üç bölü ikinci kuvvetiyle orantılıdır, yani boyutun küpünün kere kökü ile.

Kepler’in bu üç yasası gezegenlerin Güneş çevresindeki hareketlerini tam olarak belirlemektedir.



Bundan sonraki soru şuydu: Gezegenleri Güneş çevresinde hareket ettiren şey nedir? Kepler’le aynı dönemde yaşamış bazı kişiler bu soruyu şöyle yanıtlıyordu: Melekler kanatlarını çırparak gezegenleri arkadan yörünge boyunca iterler. Bu yanıt gerçeğe pek uzak sayılmaz aslında. Tel fark, meleklerin farklı yönlerde oturup kanatlarını içeriye doğru çırpıyor olmalarıdır.



Aynı sıralarda Galileo da Dünya’daki sıradan cisimlerin hareket kurallarını inceliyor, bu inceleme sırasında da bazı deneyler yapıyordu. Toplar eğik bir düzlemden aşağı doğru nasıl yuvarlanıyor, sarkaçlar nasıl sallanıyordu?vb. Galileo eylemsizlik ilkesi denilen önemli bir kural keşfetti. Kural şuydu:

Düz bir doğru üzerinde belirli bir hızla hareket eden bir cisim, hiçbir etken olmazsa bu doğru boyunca, aynı hızla, sonsuza kadar gitmeye devam edecektir. Bir topu durmamacasına yuvarlamaya çalışmış olan herkes için buna inanmak güç olsa da; bu ideal şartların varlığında , yerdeki sürtünme vb.etkenler olmasa, top gerçekten de düzgün bir hızla sonsuza kadar gidecektir.



Daha sonraki gelişme Newton’un şu soruyu tartışması ile başladı: Eğer cisim düz bir doğru boyunca hareket etmiyorsa ne olur? Buna verdiği yanıt da şu oldu:

Hızı herhangi bir şekilde değiştirmek için kuvvet uygulamak gerekiyor. Örneğin, bir top hareket ettiği yönde itilirse hızı artar. Eğer gidiş yönü değişmişse kuvvet yandan uygulanmış demektir. Kuvvet iki etkinin çarpımı ile ölçülebilir. Ufak bir zaman aralığında hızın ne kadar değiştiği, “ivme”olarak tanımlanır. Bunu cismin kütlesi veya eylemsizlik katsayısı ile çarparsak kuvveti buluruz. Bu ise ölçülebilir. Örneğin, bir ipin ucuna bağlanmış bir taşı başımızın üstünde bir daire çizecek şekilde döndürürsek, ipi çekmemiz gerektiğini fark ederiz.

Nedeni şudur: Taşın hızı sabit olmakla beraber, bir çember çizerek döndüğü için yönü değişmekte, bu nedenle de taşı sürekli içeriye doğru çeken bir kuvvet gerekmektedir; bu kuvvet de kütle ile orantılıdır. Şimdi iki ayrı taş alıp önce birini sonra diğerini döndürelim ve ikinci taş için gereken kuvveti ölçelim. Bu kuvvet birinciden, kütlelerinin farklılığıyla orantılı olarak daha büyük olacaktır. Hızı değiştirmek için gereken kuvveti saptamak, kütleyi ölçmek için de bir yöntem oluşturur. Newton bundan bundan bir başka sonuç daha çıkardı. Basit bir örnekle açıklarsak:



Eğer bir gezegen Güneş çevresinde bir çember boyunca gidiyorsa, onun yana doğru, teğet boyunca gitmesi için hiçbir kuvvete gerek yoktur. Eğer herhangi bir kuvvet olmasaydı başını alır giderdi. Ancak gezegen bunu yapmıyor; kuvvetin olmaması durumunda bir süre sonra gitmiş olacağı ta uzaklarda değil, Güneş’e yakın bir yerde bulunuyor.



Başka bir deyişle, hızı ve hareketi Güneş’e doğru sapıyor. O dönemlerde yaşamış(aslında halen günümüzde de yaşayan) bilimsel verilerden uzak bazı kişilerin açıklamalarına atıfta bulunursak meleklerin, kanatlarını sürekli Güneş’e doğru çırpmaları gerekiyor.

24 Haziran 2010 Perşembe

DAVID HUME

DAVID HUME (1711-1776)
İNSAN DOĞASI ÜZERİNE BİR İNCELEME

İskoçyalı David Hume Edinburg’da küçük bir toprak sahibinin ve katı bir Presbiteryeninoğlu olarak dünyaya geldi. Dünyanın en yetenekli filozoflarından olduğu gibi, İngilizce’yi en iyi kullanan yazarlardan biridir de. Önemli bir özelliği de meslekten bir filozof olmamasıdır.
1745’te, daha önce öğrenim gördüğü Edinburg Üniversitesi’ne Etik kürsüsü için başvurduğunda geri çevrilmişti.


Kendi ifadesiyle en büyük hırsı, yazar olarak üne kavuşmaktı. Filozof ve tarihçi olmanın yanında bir cemiyet adamıydı da, beşeri ilişkilerin adamıydı ve bir ihtiras adamıydı. Ama hiç evlenmedi. Edward Gibbon gibi o da yaşı ilerledikçe hiç hoş olmayan bir biçimde şişmanladı. Dostu olan Fransız romancı ve filozof Denis Diderot’ya göre “besili bir benedikten keşişi”ne benziyordu. Edinburg’da oturduğu isimsiz sokak, ölümünden sonra Aziz David Sokağı diye anılır oldu. Her ne kadar inançsız biri olarak görülse de gerçekten iyi bir insandı. Adam Smith onun için “kusursuz derecede bilge ve erdemli insan kavramına, zaafların hükmü altındaki insan tabiatının bekli de izin vereceğinden daha çok yaklaşan biri” diye yazmıştı.

Hume Edinburg Üniversitesi’ne girdiğinde hukuk alanında meslek edinmek amacıyla öğrenime başlamıştı, ama çok geçmeden bundan vazgeçti. Ruhundaki o yakıcı merak duygusunu doyurmak amacıyla edebiyat derslerine girmeye başladı. Bu duygu öyle şiddetliydi ki sonunda ruhsal çöküntüye yol açtı.

Çünkü müthiş bir yoğunlukla sürdürdüğü okumalar sonucunda bula bula “sonu gelmez tartışmalardan biraz daha fazlası” nı bulmuştu. “Hakikate varmayı sağlayacak bir araç” aramaya karar verdi sonunda. Temel görüşlerine şaşılacak kadar genç bir yaşta varmıştı.

Fransa’ya Descartes’ın da öğrenim görmüş olduğu La Fleche’e gitti. Bugün de bütün kitapları arasında en saygını olarak kabul edilen başyapıtı “A Treatise of Human Nature”ı (İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme) orada yazdı. Kitabı iki kısım halinde yayımladı: 1739’da I. Ve II. Kitapları, 1740’ta da III. Kitabı.

Fakat sonradan yakınacağı üzere “matbaadan ölü doğmuş” tu kitap. Kimsenin dikkatini çekmedi. Kendi yazdığına göre, “gençliğin ateşi alıp götürmüştü” onu. Newton’ın “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri”nde fen adına yaptığını, felsefe adına bir solukta yapmak istemişti.

Bu yüzden uğradığı hayal kırıklığının Hume üzerindeki etkisi muhtemelen hafife alınmıştır. Sonuçta Hume, görüşlerini daha kısa iki çalışmayla açıklamaya yöneldi: “An Enquiry Concerning Human Understanding” (1748, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma) ve “An Enquiry Concerning the Principles of Morals” (1751, Ahlak İlkeleri Üzerine Bir Araştırma). Bu çalışmalarıyla değerlendirilmek istediğini söylüyordu. Zaten düşünür olarak eriştiği olağanüstü önemli etki gücünü de bunlardan birincisine borçlu olacaktı.

Ancak Britanyalı filozof Bertrand Russell’ın da yazdığı gibi “İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme”nin en iyi bölümlerini ve öne sürdüğü sonuçlara onu götüren nedenlerin çoğunu koymamıştı bu kitaba. Hume bir şüpheci olmasına rağmen her bakımdan öyle sayılmazdı. Hume her şeye tam bir şüpheci olarak bakmanın saçmalığa çok yakın durduğunu görmüştü. Felsefeye, o güne kadar yoksun kaldığı sağduyuyu en kuvvetli dozda aşıladı. Ondan beri de hiçbir şeyin etkisi bu kadar kalıcı olamamıştır. “The History of England” (1754-1759, İngiltere Tarihi) adlı eseriyle daha sağlığında üne ve parasal başarıya kavuşmuştu Hume. Bu kitap da yabana atılmayacak bir çalışma olmakla birlikte ilk kitabı kadar etkili ve önemli olmamıştır. Bir süre (1763-1766 arasında) Fransa’da yaşayan Hume, oradayken Paris salonlarının gözdesi oldu. Jean Jacques Rousseau’yla dostluk kurdu ve İngiltere’ye dönüşünde onu da yanında götürdü. Gerçi Rousseau onunla durmadan çekişirdi. Ve onun kendi şöhretini beş paralık etmeye çalıştığı gibi bir paranoyaya kapılmıştı ama, Hume’un üzerind ebeli bir etkisi oldu.


Hume’un felsefesi yalındır, buna rağmen derinliklidir ve ilk başta zor kavranır. Onun felsefesinin en önemli özelliği olan Ampirizmin gelişimine sağladığı çok önemli katkıdır. Terim Yunanca’da deneyim anlamına gelen sözcükten türetilmiştir. Spinoza, Leibniz, ve Descartes gibi 17. yüzyılın büyük filozoflarının hepsi de akılcı idi. Yani bütün düşüncelerini teoriye dayandırmışlardı. Avrupa’da felsefe hep bu yöne eğilimli olmuştu. Akılcıya göre sadece tümdengelime dayanan bir akıl yürütmeyle bilgiye erişmek mümkündür. Üstelik bilgi tek bir sistemden oluştuğu için, her şey ilke olarak bu sisteme göre açıklanabilir. Çünkü her şey bu sistemin bir parçasıdır.


Bacon ve Hobbes’dan itibaren Anglo-Sakson felsefesi bu yaklaşıma karşı koymuştu. Locke(Hume ne kadar adını anmasa da ona çok şey borçludur), hatta idealist piskopos Berkeley amprik yaklaşımı benimsediler. Bu yaklaşımı en etkin biçimde geliştiren ise Hume oldu. Ampirizm insan zihninde “doğuştan gelme idealar” olduğunu reddeder. İdelar ancak sağduyu deneyimiyle oluşturulabilir. Dolayısıyla Platon’un ideaları baştan reddedilir. “ideal tablo” diye bir şey yoktur. Çok sayıda gerçek, gözlemlenebilir tablo vardır. Platon’un ve sonraları da Spinoza’nın öne sürdüğü türden bilgi aslında bilgi değildir. Gerçek bilgiye parça parça ulaşılır. Zorlayıcı, çetin ve daima deneysel bir süreçtir bu. Hume antik çağdan devraldığımız felsefenin “tümüyle varsayımsal” olduğunu yazmıştı. Ona göre herkes, “insan doğasını dikkate almadan…..kendi hayaline başvuruyor”du. Oysa bilimsel yöntemi aklından çıkarmaksızın doğrudan insan doğasına başvurmak gerekiyordu.

Piskopos Berkeley’in ampirizmi, maddenin açıklanamaz olduğu, dolayısıyla da ancak tanrının zihninde varlık gösterebileceği gibi tuhaf gözüken bir sonuca götürmüştü onu. Bu nedenle Hume, ampiristler arasında Berkeley’e yer vermiyordu. Tanrının varlığının gösterilemeyeceğini savunuyordu. Dini düşünceleri incitmeme konusunda özenli davranmak zorundaydı. Hume’un düşüncesine göre tanrı kavramı bir idealar çağrışımı aracılığı ile ortaya çıkar. Yani Berkeley’in, Spinoza’nın ya da Leibniz’in oluşturduğu sistemlerin ardındaki idealar, fanteziden başka bir şeye dayanmaz. Onların temelinde fiili deneyim olmadığını söyler Hume.


Ahlaki yargıların(can almayacaksın, zina etmeyeceksin vb.) gerçek niteliğine ilişkin gayet zekice ve ironik tahlillerinden ötürü aynı zamanda bir psikologdu Hume. Bunların da doğruluğunun gösterilemeyeceğini ortaya koymak zevk veriyordu ona. Böyle yargıların onaylama ve onaylamama duygularına dayandığına inanan Hume, söz konusu duyguların temelinde de getirdikleri iyi ya da kötü sonuçların bulunduğu kanısındaydı. Sözgelmi can almayı yasaklarız, çünkü bunun temelinde yer alan nihai duygu, kendi canımızın alınmasının kötü bir şey olmasıdır. Zaten Hume her şeyi nihai olarak duyumlara ya da acı ile hazza indirgemekteydi. İnsan, diyordu, “fark edilmesi imkansız bir hızla birbirini izleyen, sonsuz bir akış ve hareket içinde bulunan farklı algılardan oluşmuş bir demet ya da derlemdir.” Budist felsefelerde de yankısını bulan bu “demet” teorisi, William James’in çığır açan eseri “The Principles of Psychology” de (Psikolojinin İlkeleri) daha da geliştirilmiştir.

Hume’un felsefesi uzun süre görmezden gelindi. Bazı unsurları, sözgelimi kötülük ve erdemin bizler için neden önem taşıdığına ilişkin açıklaması (buna göre, Hume’un “duygudaşlık” adını verdiği durumdan ötürü genellikle iyiliği tercih ederiz), inandırıcı değildir ve oldukça zayıf, hatta bilimsellikten uzaktır. Kendi sandığı kadar bilimsel değildi Hume’un yöntemi.


Fakat onun felsefi çalışmaları gerektiği gibi anlaşıldıktan sonra eski tarzda “metafizik yapmak”imkansız hale geldi. Hume’dan önemli ölçüde etkilenen ilk büyük filozof Kant’tı. Onu okuduktan sonra, “dogmatik uyuşukluğumdan uyandım” demişti. Zaten Kant’ın felsefesi de büyük ölçüde, ilk kez Hume’un ortaya attığı sorunlara getirilen çözümlerden oluşur.

İnsan düşüncesinde psikolojiden antropolojiye, sosyolojiden tarihe kadar ondan etkilenmemiş bir alan bulmak zordur.

15 Haziran 2010 Salı

GIAMBATTISTA VICO

GIAMBATTISTA VICO (1668-1744)


Yoksul bir kitapçının oğluydu ve bilgiye olan açlığını, babasından aldığı etkiye borçluydu. O alışılmış ironisi ve simgeci tarzıyla, yarı şaka yarı ciddi derdi ki, felsefeye olan ilgim, yedi yaşındayken babamın dükkanında merdivenden düşmeme bağlıdır. Ancak ne kadar alışılmışın dışında biri olsa da, ölümünün üzerinde uzun yıllar geçtikten sonra şöhrete kavuşabildi. Fazla cüretkardı ve hayal gücü fazla gelişmişti. Son derece modern denebilecek düşünce yapısı, kendi çağında genel olarak eleştiriden ve kuşkuculuktan uzak duran Napoli yaşamında olsa olsa egzantrik bulunmuştur her halde. İngilizce’de Giambattista Vico hakkında bugün bile çok yayın olmamasına rağmen, başyapıtı olan Scienza Nuova(Yeni Bilim) 1948’de İngilizce’ye çevrilmiş ve sık başvurulan bir kaynak olmuştur.

Vico’nun eseri fazlasıyla kişisel bir nitelik taşıyordu ve bu da 17. yüzyıl başlarında kabul görmesini zorlaştıran bir etkendi. Çok okuyan biri olmasına rağmen, onun birincil kaynağı okudukları değil yaşadığı deneyimlerdi. Bütün mesele o dönemlerde kişisel deneyimlerin pek ilgi uyandırmaması idi. Yaklaşık 1790-1810 yılları arasında Vico, Alman romantikleri tarafından keşfedildi. Daha sonra Fransız tarihçi Jules Michelet 1824’ te “Yeni Bilim’in” kısaltılmış bir çevirisini yayımladı. Vico’nun etkisi bundan sonra giderek arttı. Bugün öyle veya böyle batının düşünce tarihini yazacak olup da onu dışarıda tutacak çok az kişi vardır.


Her ne kadar kendi temel tezlerini örneklerle desteklemek için antik Roma’dan yararlanmış olsa da, antik çağın abartılı bir görkem içinde gösterilmesine karşı uyarılarda bulunan ilk düşünürler arasındadır. Tarihi döngüsel bir süreç olarak görüyordu. Hukukçu, tarihçi, şair ve ilk sosyal bilimciydi. Bu nedenle tarihe yepyeni bir açıdan bakmıştı. James Joyce “Finnegans Wake” adlı romanının sarmal yapısını ondan esinlenerek kurmuştu. Vico’dan modern anlamda bir tarih teorisi geliştiren ilk adam diye söz edildiği olmuştur.

Giambattista Vico nispeten başarısızlıklarla dolu bir hayat geçirdi ve manik-depresif yanı çok belli mizacıyla, kendi bahtsızlığına sık sık sövüp saymak durumunda kaldı. Otobiyografi’sinde hemen hemen hiç kişisel bilgi vermemesi (ailesinden bile söz etmemesi) büyük talihsizliktir. Bunun yerine kendi düşünsel gelişimini anlatır.


Napoli’de doğan Vicko, ömrü boyunca bu kentin çevresinde, yarıçapı doksan kilometre olan bir alanın dışına çıkmadı. Başarılı bir hukuk öğrencisiydi, hatta daha baroya girmeden bir davada babasını savunmuştu. Sonraları bu başarılarının ödüllendirildiğini görürüz. Daha otuz bir yaşındayken Napoli Üniversitesi’nde retorik profesörlüğüne getirildi. Kırk iki yıl sürdürdüğü bu görevinden sonunda istifa etti. Zaten bu görev ne prestij getiriyordu ne de yeterli bir ücret. 1723’te, aynı üniversitede herkesin göz dikmiş olduğu medeni hukuk profesörlüğüne aday olunca kaba bir şekilde geri çevrildi. Yoksul ve okuma yazması olmayan bir kadınla 1699’da kurduğu mutlu evlilikten dört çocuğu oldu. Gerçi aklıyla Napoli’de saygı görüyordu ve dışarıdan bakıldığında sakin bir hayat sürüyordu ama, daima yoksulluk sınırında yaşadı. Hatta özel dersler vermek zorunda kaldı. Tek tesellisi, bütün bu hüsran duygularının kamçılamasıyla ortaya koymayı başardığı büyük eseriydi. Engizisyon’dan yakasını kurtarabildiyse de, kolay yola getirilebilecek cinsten bir adam değildi. Kendini her türlü yerleşik Ortodoksluktan bağımsız gördüğü ortadaydı. Machiavelli , Bacon, ve Hobbes’dan etkilenen, ama tutarsız bulduğu Descartes’a karşı çıkan Vico, öncelikle toplumun kökenine ve dile ilgi duyuyordu. Belki de her şeyden önemli yanı, kendini inceleyerek insanlığa ilişkin incelemelerin öncüsü olmasıydı.

Alman filozof Wilhelm Dilthey (1833-1911) ile sosyolog Max Weber’in (1864-1920) çabalarıyla yaygın bir geçerlilik kazanmasından çok önce, Vico verstehen(anlama) kavramını icat etmişti. Aslında gerçekten de o kadar modern olmayan geleneğe göre her şeyden önce bizden beklenen, insan davranışını içeriden anlamaktır. Bir başka deyişle, değerlendirmekte olduğumuz her ne ise bunu empati yoluyla yaparız. Yani kendimizi başkasının yerine koyarak.


Descartes’ın akılcılığını sorgulayan Vico, bilgi için kendi dışında bir yere değil, kendi içine baktı. “sahici olan ile yapma olan birdir” diye yazıyordu. Evet, matematik “sahici”idi. Fakat bunun tek nedeni, insanlar tarafından yaratılmış olmasıydı. İnsanın dışında, boşlukta, kendi başına bir varlığı yoktu. Bu nedenle Descartes’tan farklı olarak Vico, genel anlamda saf bilimden çok insan etkinliğine ağırlık vermekteydi.

Öte yandan Vico, insan diline kurumlarına yaklaşımıyla o dönemde olabileceği ölçüde bilimseldi de. Dikkatli saha çalışmalarına dayanan modern antropolojinin tohumlarından birçoğunu “Yeni Bilim” adlı eserinde bulmak mümkündür. Vico’nun bir başka önemli yanı da tarihin kötüden daha iyiye, oradan en iyiye doğrusal bir akış göstermediği döngüsel biçimde hareket ettiği anlayışıydı. Kendisi buna “corsi e ricorsi” (büyümeden çürümeye) adını vermişti.


Vico’ya göre bir toplum kendi edebiyatının, mitlerinin, dilinin, hukukunun, sanatının, yönetim biçimlerinin, dininin ve felsefesinin ürünüdür. Vico’nun evrimci olduğu söylenegelmiştir ve bir bakıma doğrudur da bu. Ama hep ileriye, yukarıya ve daha iyiye doğru bir yönelimi belirttiğini söylemek yanıltıcıdır. Vico böyle bir şeye inanmıyordu. Toplumların nasıl evrim geçirdiklerinin izini sürmüştür, evet, ama nasıl çöküşe geçtiklerinin de izini sürmüştür. Kaosun, hatta unutulmuşluğa gömülmenin savunusunu üstlenir Vico. Çağının en nesnel düşünürüdür. Çok sık ortaya atılan yanıltıcı bir iddia da, insanlığın hayatında Takdir-i ilahi’nin etkili olduğuna inandığı için, Vico’nun Katolik bir filozof olduğudur. Vico o sefil işinden olmamak için her şeyi, duyarsız ve cahil papazlara dinden sapma olarak gözükmeyecek terimlerle ifade etmek zorunda kalmıştı. Siyaseten doğruyu savunanlar bugün nasılsa o zaman da öyleydi. Kendi yetersizlik duygularıyla hareket eden sadist ve ucuz adamlar, kendilerinden üstün gördükleri kimselerin hayatını mahvetmeye uğraşırdı. Vico gençken bazı arkadaşları, “Epikurosçuluk” suçlamasıyla Engizisyon tarafından cezalandırılmıştı.

Vico’ya göre insanların en samimi ve eksiksiz bilebileceği şey kendi varlıkları değil, kendilerinin ne yaratmış olduğuydu. Bilimde deney asla kesin olmaz, çünkü doğaya atfettiğimiz yasaları deneyle sınarken, doğayı taklit etmenin ötesine geçemeyiz. İnsanın kendi yarattıkları üzerinde deney ise daha kesinliklidir.


Yukarıda da kullandığımız empati sözcüğü aslında modern çağ denen şeyin başlarında atılmıştı ortaya. Yani Verstehen’in (anlayış) modern düşüncenin gereklerinden biri haline geldiği dönemde. Oysa insanlar ümitsizce ihtiyaç duyarlar empatiye, kendi kendini anlama ihtiyacı ise korkunç boyutlardadır. İşte Vico’nun eserleri bu iki ihtiyaçla doludur. Madem ki insanız, diye akıl yürütmüştür, insanın yarattıklarını her şeyden iyi bilmemiz gerekir. Dünya, tanrıyı kaybettiğine inanmaya başlayınca “kusursuz bilim” yanılsamasının ne kadar öldürücü boyutlara vararak dünyayı hükmü altına alacağını öngörmüştü Vico. Nitekim çok sonraları Nietzsche’nin gösterdiği gibi dünya, kültürel anlamda tanrıyı kaybetmişti elbette. Artık tanrının bir anlamı yoktu. Vico, kültürün yarattığı tanrı ile gerçek tanrı arasındaki farkı görebilecek kadar aydın bir insandı. Ne de olsa aydınlanma ve ansiklopedi çağıydı bu.


Vico ilk bağlamcıdır. Tarihin bir dönemini kendi dönemimize ait terimlerle anlamaya çalışmanın ciddi bir tahrifata yol açacağını görmüştür. Üstelik geçmişi anlamaya çalışıyorsanız, düş gücüne dayalı bir empati geliştirmek durumundasınızdır.

İnsanlığın ilk yarattığı şeylerin kaybolup gitmiş köklerini anlamak için “bellek sanatı” ndan yararlanmak gerektiğine inanıyordu Vico. Vico’nun iddiasına göre eski insanın elindeki güç felsefe değildi, şiir idi. Kısaca özetleyecek olursak insanlığın her çağı kendi sanatını, hukukunu, siyasetini geliştirmiştir. İnsanın bütün çabalarının temelinde dili kullanılması vardır. Bir toplumun durumunu anlamak için dili nasıl kullandığına bakabiliriz. Çeşitli dil tiplerini görkemli bir başarıyla sınıflandırmıştır Vico: Günlük konuşma dili, simgesel dil vb.


Vico belki biraz karamsardı, ama ne olursa olsun kesinlikle etkileyici bir tarzda inanıyordu ki bütün çağların, tarihin bütün döngülerinin yazgısı unutulup gitmektir. Ne kadar karamsar olsa da bunun nedeninin anlamak için Hinduizm’in ve ondan türeyen Budizm’in inceliklerine bakmalıyız; “hiçlik” ne demektir, bunun üzerinde düşünceye dalmalıyız.


Vico’nun ironiyle dolu olan eserleri, psikanaliz ve Freud’dan tutun da varoluşçuluk ve Sartre’a, dil ve Chomsky’ye, hatta Marksizm ve Marx’a kadar üç aşağı beş yukarı “modern” diye düşündüğümüz ne kadar şey varsa hepsini öngörmüştür. Görünmez, korkunç ölçüde anlık ve rastlantısal gerekliliklere göre davranan, ama yine de her zaman ilahi yazgıya tabi olan insanlık durumlarıyla ilgili olarak Vico’nun geliştirdiği bakış, şimdiye kadar olduğundan çok daha kapsamlı biçimde incelenmeyi hak etmektedir.

2 Haziran 2010 Çarşamba

GEORGE BERKELEY

GEORGE BERKELEY (1685-1753)


“Öznel idealizm” ya da kendisinin koymuş olduğu adla ”maddesizlik” öğretisi, Jonathan Swift ve Samuel Johnson gibi önde gelen çağdaşlarının gözünde sağduyuya sapkınca bir saldırı olarak nitelenen George Berkeley , çok erken bir döneminde defterine şöyle bir not düşmüştü: “metafizik gibi şeyleri yılmadan def etmek ve insanları yeniden sağduyuya çağırmak.” Berkeley’in “madde yoktur” anlayışını tümüyle yutacak çok az insan vardır herhalde. Bu anlayışı reddeden hatta fena halde yanlış anlayan Johnson’ın, yerdeki taşa bir tekme savurup “Bu düşünceyi, işte böyle çürütüyorum” dediği bilinir. Peki tamamen suçlamalı mıyız Berkeley’i? Ama öncelikle anlamak gerekiyor kendisini.

Berkeley’in felsefesi dikkate değer bir başarı sayılmalıdır aslında; üstelik felsefede, özellikle de bilim felsefesinde moda değiştikçe her an gözden geçirilip yeni bir şekle sokulabilecek niteliktedir. Zaten Avusturyalı fizikçi ve filozof Ernst Mach’la (1838-1916) başlayıp Albert Einstein ve kuantum fizikçileri ile devam eden modern bilim de göstermiştir ki Berkeley hiç de kimilerinin zannettiği gibi ahmak değildir. Onu ahmak zannedenler şu sözlerine pek dikkat etmemiş olsa gerek:


“varlığını reddettiğimiz tek şey madde ya da cismani tözdür. Bunun gerçeklikle bağdaşmadığını düşünen varsa, burada açıklananı anlamanın çok uzağında demektir. Doğadaki hiçbir şeyden yoksun değiliz.”


Yani Berkeley her şeyin bir yanılsama olduğu, insanların aslında hissetmediği, görmediği, işitmediği, acı ve haz duymadığı vb. iddiasında değildir. Johnson’un gazaba gelerek tekmelediği taş, Johnson’un ayağına ne kadar sert geldiyse Berkeley’in felsefesinde de o kadar sertti; ancak buradaki sertlik sadece bir sertlik ideasıdır.

Berkeley’in gerçekliğe ilişkin “sağduyu” görüşünü savunurken geliştirdiği argümanlar zarif, berrak ve oldukça hasistir: Aslında hepside İngiliz Fransisken düşünürü Ockhamlı William’ın (1285-1349) önerdiği çizgi doğrultusunda geliştirilmiştir. William (ki dindaşı Hıristiyanların zulmüne uğramıştı haliyle), “Ockham’ın Usturası” adını verdiği ilkeyi şöyle özetliyordu: Entia non sunt multiplicanda, yani “ varlıkları çoğaltmamalı” ya da kendi ifade biçimiyle “ gereksiz çokluktan kaçınmalı.” Bir başka deyişle, bir tanesinin yettiği yerde iki ya da daha çok şey kullanmayınız.

Johnson’un “çürütme”sine sempati duyarken arkadaşı Swift’in Berkeley’ye kapıyı açmayı şakayla karışık reddederek, nasıl olsa içinden kolayca geçip gideceğini söylemesi de bir başka örnektir.

Berkeley’in sevecenliği ve ruh güzelliği için dile getirilmiş samimi övgüler, felsefesini yıkmaya kararlı olduğu adama, John Locke’a gösterilmiş saygıyı kat kat aşar.
Berkeley, İrlanda’nın Kilkenny şehrinde doğdu. Dedesi, II. Charles’ın yeniden tahta çıkmasından sonra yerleşmişti oraya. 1700’de Dublin’deki Trinity College’a giren Berkeley, orada genellikle Locke’çu ilkelere dayanan bir öğrenim gördü. Ne de olsa 1688’deki devrimin ve hemen ardından “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Deneme” nin yayınlanması ile kısa sürede dünyaca üne kavuşmuştu Locke. Oysa Berkeley hiç de öyle hırslı değildi.

Berkeley 1713’te ilk kez İngiltere’ye gittiğinde başlıca eserlerini yayımlamıştı bile: Halen önem taşıyan, hatta kimilerine göre en önemli katkısı olan “An Essay Towards a New Theory of Vision (1709, Yeni Bir Görme Teorisine Doğru Bir Deneme), “Treatise Concerning the Principles of Human Knowledge “ (1713, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine) ve madde ile ilgili görüşlerini daha inandırıcı olacağını umduğu bir tarzda yeniden formüle ederek yine aynı yıl yayımladığı “Three Dialogues Between Hylas and Philonous” ( Hylas ve Philonous Arasında üç konuşma). Başka pek çok filozof gibi o da, temel görüşlerini çok genç yaşta geliştirmişti. 1871 de ortaya çıkan yirmili yaşlarında yazdığı defterlerinde sonradan yazdığı eselerinin tohumları bulunabilir.

1728 ‘de evlenen Berkeley, 1734’te İrlanda’daki Cloyne’a piskopos olarak atandı. Evlendikten sonra, piskopos atanmasına kadar üç yıl süre ile Amerika’da, çoğunlukla Rhode Island’daki Newport’ta kaldı. Amacı, Bermuda’da bir üniversite kurarak farklı ırklardan papaz yetiştirmekti. Fakat Avam kamarası’nın bu proje için taahhüt ettiği para bir türlü gelmeyince 1732’de geri döndü. Newport’ta kendi yaptığı ev bugün halen özenle korunmaktadır. Columbia Üniversitesi’nin ilk rektörü olan Samuel Johnson adlı bir filozof onun doktrinlerine inanmış, bir gün “geçerlilik kazanacaklarına” kanaat getirmişti. Berkeley ömrünün kalan kısmını çoğunlukla cemaatindeki yoksullara papazlık hizmeti vererek ve çoğu hastalığa iyi geleceğine inandığı “katran suyu” nun faydalarını anlatmakla geçirdi. Bu amaçla yarı tıbbi yarı felsefi bir eser de yayımlamıştı (1744). Bugün çoğunlukla “Siris” adıyla bilinen bu çalışması, onunla ilgili en başarılı kısa kitabı yazan İngiliz filozof ve şair, G.J.Warnock tarafından “tuhaf kocakarı inançları ile resmi bilgilerin düzensiz karışımı” diye nitelenmişti.

Berkeley’in felsefesi genel olarak tanındı; fakat sağlığında İngiltere’de çok az kişinin dikkatini çekti. Özünde bu felsefe, eserleriyle olabilecek en büyük popülariteye erişme ustalığını gösteren Locke’un hakim görüşlerine dayalı çağdaş bilimsel görüşe bir tepki niteliği taşıyordu. Eğitimli insanların çoğunluğunun benimsediği kabule göre dünya, Tanrı’nın mekanik bir şekilde harekete geçirmiş olduğu atomlardan (zerrelerden) oluşmaktaydı. Maddenin birincil nitelikleri ağırlık, biçim, büyüklük ve hareket idi. Bunlar maddenin özünde, iç yapısında yer alıyordu. İkincil nitelikleri oluşturan tat, renk vb. ise maddeden değil, bizlerden kaynaklanıyordu.


Voltaire gibi Fransız aydınlanması mensuplarının hiçbir eleştiriye tabi tutmadan Locke’tan olduğu gibi aldığı bu kavramlar kısa zamanda genel kabul görür hale geldi. Berkeley ise bunlara saldırdı; bunları sağduyunun sağlam ürünü olarak görenlere de sağduyu temelinde saldırılar yöneltti. Ona göre (Newton’un ki de dahil olmak üzere) bu teoriler, olgusal olmayan birer “faydalı teori”ydi; nitekim bundan ibaret oldukları da ortaya çıkmıştır.


Berkeley’in vardığı sonuç, maddenin varlığının mümkün olmadığı idi. Bu inancını dayandırdığı temel de yine infaz denecek ölçüde ampirikti. Öyle ki en kararlı ampiristlerden Locke bile yapamazdı bu kadarını. Berkeley’in argümanları Hume’un kinden çok farklı, ama ona rakip olabilecek, edebi niteliği son derce yüksek bir düz yazı ile ifade edilmiştir.

Locke’un evreni motor ve makaralardan, yay ve çarklardan oluşmuş dev bir makine gibi gören o dehşet verici, tanrı kavramından yapısal olarak yoksun anlayışı çok itici geliyordu Berkeley’e. Kendisinin en ufak bir tutarsızlığa düşmeden “yaratılışın gözle görünür güzelliği” diye niteleyebildiği şeyin “sahte bir muhayyel pırıltı’dan ibaret olabileceği düşüncesi nefret uyandırıyordu onda.

Locke’un ruhunda sıkıntı, kafasında karışıklık yaratan soruna, yani nesnelere ilişkin gerçekliğin, algıdakinden kesin biçimde farklı olması gerektiği sorununa Berkeley’in getirdiği çözüm, nesnelerin varlığını reddetmekti. “önce bir toz kopardık” diyordu, şimdi de önümüzü görememekten şikayet ediyoruz.” Kimse Berkeley’in yanıldığını kanıtlayabilmiş değildi. Ama görüşleri de fazla benimsenmemişti elbette.

Berkeley kısaca şunu söylemeye çalışmaktadır: “var olmak” demek “algılamak” demektir, o kadar. Maddeyi başından atmakla her türlü güçlükten kurtulmuş oluyordu. Ama inandırıcı olmayı da bekleyemezdi. Hele de ellerindeki bütün servetin, bütün malların, bir idealar toplamından başka bir şey olmadığını insanlara kabul ettirmeyi bekleyemezdi. Berkeley’e göre gerçeklik, idealar aracılığı ile sonlu, fani varlıklarla iletişim kuran sonsuz ve ebedi bir Tanrı’nın varlığıdır. Locke’un gayet elverişli maddeci ilkeleri doğrultusunda yetişmiş bir mülk sahibine hiçbir şekilde çekici gelmez bu görüş.


Berkeley’in maddesizlik görüşü konusunda Katolik ilahiyatçı ve popüler yazar Ronald Knox’un kaleme aldığı çok bilinen bir nükteli şiir vardır:

Bir genç adam vardı, ona sorarsanız,
“Herhalde, bu ne garip iş böyle, derdi Tanrı,
Eğer şu ağacı bir görseydi,
Halen dururken orada
Kimseler yokken Boşlukta.”


Nüktedancı bir şiir, ama Berkeley’in düşüncesinin özünü fena halde ıskalamış. Konox’un şiirine hınzırca ve isabetli bir cevap yetiştirilmiştir hemen:

Saygıdeğer bayım,
Derim ki ne garip iştir böyle şaşırmanız,
Ben her daim bu Boşluk’tayım,
Zaten şu ağaç da
Durdukça duracaktır orada,
Zira hep üzerindedir gözlerim,
Hürmetlerimin kabulünü rica ederim.
Tanrınız


Popüler Yayınlar