Translate / dil çevirici

17 Mayıs 2008 Cumartesi

BARUCH DE SPINOZA

BARUCH DE SPINOZA

Ciltler tutan mektupları dünya üzerinde çabuk etki yaratmamış olsa da, “Yazışmalar”ı okumadan Spinoza’yı (1632-1677) anlamanın, dolayısıyla bilgilenmenin de pek olanağı yoktur. Ne de olsa düşüncenin, Platon’un “iyi” dediği şey yararına böyle yüksek seviyelere ulaştığına az rastlanır. Mektupları Spinoza’nın felsefesine açıklık kazandırmasına kazandırır. Paha biçilmez mektuplardır bunlar ancak, üzerinde uzun yıllar çalıştığı ve çoğu eseri gibi ölümünden sonra yayımlanan başyapıtı “Ethica”dır (Etika).

Spinoza, düşüncesini ön plana çıkarma uğruna kendisini hep geri planda tutmuştur. Özel hayatının ayrıntılarına ilişkin pek az bilgi vardır. Önyargı, tahammülsüzlük, yanlış anlama, duyarsızlık ve zalimliğin kol gezdiği bir ortamdan gelme bütün filozoflar içinde, hayata dair genel tutumlarıyla en çok sevgi ya da en azından en çok saygı görmüş olanının Spinoza oluşu da dikkate değer bir durumdur.

Büyük filozoflar içinde Platon, Hume, Kant gibi Spinoza’nın da ayrı bir yeri vardır. Spinoza’nın her alanı kucaklayan felsefesine ilişkin yorumlar içinden çıkılamayacak kadar bir değişkenlik gösterir ve buna rağmen büyük bir eserin kaynağı olarak görülür. Hatta entelektüel düzeyde sayılabilecek çalışmalar yürüten bir düşünce okulu, Spinoza’nın çağında yaşamış bazı bağnaz dindarlarla aynı çizgiye düşerek onun ateist olduğunu bile ileri sürmüştür.

Baruch de Spinoza, Portekizli bir Marrano (zorla Hristiyanlaştırıldığı için gizlice kendi ibadetini sürdüren bir Yahudi) ailesinden geliyordu. Ailesi İspanyol kökenliydi. Ve Engizisyon’dan kurtulmak için kaçıp Portekiz’e yerleşmişti. Sonunda bir dereceye kadar tahammül ve güvenlik dolu bir ortamda yaşayabilecekleri Amsterdam’a yerleştiler. Orada Spinoza’nın babası başarılı bir tüccar olarak yeni bir hayat kurdu.

Bir Yahudi okuluna gönderilen Baruch, orada Yahudi gizemciliğini özümsediği gibi hem Yahudi hem Arap ilahiyatını öğrendi. En önemli öğretmenlerinden biri, kendisi gibi Marrano olan Manesa ben İsrael’di. On sekiz yaşında haham olan bu adam, zamanının önde gelen liberallerindendi ve sonraları Yahudiler’in İngiltere’ye yerleşmesine izin verilmesinde önemli bir rol oynayacaktı. Abraham Herrera’nın çalışmalaraı aracılığı ile Kabala’yı (Musevilik dininin kutsal kitabının mistik bir şekilde yorumlanışı esasına dayalı antik Yunan öğretisi) öğrenen Spinoza, bu düşünceyle kaçınılmaz olarak daima ilişkilendirilmiş büyü, fetiş gibi saçmalıklardan uzak durmayı başardı. Ancak Kabala, onu derinden etkileyen bir kaynak olarak kaldı.

Kalvenci kent yönetimi nezdinde saygınlık kazanma derdindeki Yahudi makamları, Spinoza’yı rüşvet, çeşitli vaatler ve sonunda da tehditle “heteredoks” ve panteistik görüşlerini geri almaya zorlayınca kriz ortamı doğdu. Bütün bunlara karşı koyan Spinoza kendi cemaati tarafından kovuldu ve bir de fazladan “kainatın bütün lanetleri üzerine olsun” sözleri ile lanetlendi. Aslında bu bir düşünür için her zaman seçkinlik göstergesi olmuştur.

Daha hiçbir yazısı yayımlanmadan filozoflar ve entelektüeller arasında nam salmıştı Spinoza. Zaten sağlığında ateist olarak adı o kadar kötüye çıkarılmıştı ki sadece iki eser yayımlayabildi. Bunlardan birincisi Descartes felsefesi üzerine bir çalışmaydı. Diğeri ise 1670’te imzasız olarak ve içeriğini gizleyici bir kapakla yayımlanan Tractatus Theologico-Politicus’tu (İlahiyat ve Siyaset İncelemesi). Bu ikinci kitap, Spinoza’ya her taraftan çamur atılmasına neden oldu. Çünkü özgür düşünce ve tam anlamıyla tahammül adına kaleme alınmış bir tez niteliğindeydi. Ayrıca Kitabı Mukaddes’in ve kutsal metinlerin birer tarihsel belge olduğu ilk kez bu kitapta açıklanıyordu. Yani Spinoza, modern akılcı Kitabı Mukaddes araştırmalarının babasıdır. Onun gözünde İsa, büyük İbrani peygamberlerinin sonuncusu olmaktan öte bir kimlik taşımıyordu. Diğer yandan da, Kitabı Mukaddes’in büyük bir moral değer taşıdığına dikkat çekiyordu. Yine bu eserinde Thomas Hobbes’dan fazlasıyla etkilenmiş, ama onun toplum sözleşmesi düşüncesine daha özgürlükçü ve demokratik bir yorum getirmişti. Eserin yarattığı ilk etki, Felemenk donanmasının İngilizler karşısında aldığı yenilgiden sonra, aydın Hollanda yöneticileri Witt’lere karşı bir bağnaz grubun sokaklara dökülmesi oldu. Bu gruba göre yenilgi, ailenin “ateizm” konusundaki anlayışlı tutumunun sonucuydu. Spinoza bu yaşanan bu gerginlik konusunda da bir yazı kaleme almıştır.

Hayatını mercek yapımıyla kazanan Spinoza (mercekleri yontarken sürekli toza maruz kalması neden ile sağlığı bozulacaktı ve erken yaşta veremden ölmesinde bu uğraşın etkisi vardır), dostlarından da zaman zaman mali destek görüyordu. 1573’te Heidelberg Üniversitesi’nde kendisine bir kürsü teklif edildiyse de, bir filozofun bağımsız olması gerektiği gibi tamda ondan beklenecek bir gerekçe ile bunu reddetti. Fakat özgür düşüncesinin bedelini ağır ödedi Spinoza. Büyük çoğunluk onu, seküler düşünceye tehlikeli bir biçimde bağlanmış, ateist biri olarak görerek hedef göstermeye çalıştı.

Descartes’in ruh ile bedeni iki ayrı varlık olarak ele almasına dayanan düşünce biçimi, düşünce tarihinde çok büyük sıkıntılara yol açmış ve halen de açmaktadır. Bu bölünme Spinoza için kabul edilemezdi. Acaba zihinsel ve fiziksel olaylar arasındaki nedensel etkileşimin niteliği tam olarak neydi? Bir başka deyişle, ikisi arasında bir bir etkileşimin varlığından hiç söz edilebilir miydi?

Spinoza karşı çıktığı bu ayrımın yerine “tek töz” kavramını koydu. Evrenin tek bir tözden, yani Tanrı’dan meydana geldiğini ve Tanrı’nın da başka her şeyden bağımsız olduğunu savunan bu görüş için kullanılan tekçilik(monizm) son derece yerinde bir tabirdir. Çünkü Descartes sonsuz sayıda töz bulunduğunda diretirken, Spinoza bir bakıma her şeyin başka bir şeye bağımlı olduğu ilkesinden hareketle, her bir “tekil” şeyin, tek bir gerçekliğin “farklılaşmış” hali ya da “kip”i, yani bir parçası olduğunu öne sürer. Tek tözün parçası olmadıkça hiçbir şeyin gerçekliği yoktur. Bir şeyi fiziksel bir şey olarak da düşünüp anlayabiliriz, zihinsel bir şey olarak da; ama hangisi geçerli olursa olsun ve bize ne kadar kesin görünürse görünsün, aslında hep aynı şeydir baktığımız. Burada sağduyu güçlü bir unsurdur. Çünkü bir bireye öylesine bakarken, ondan ister psikolojik terimlerle söz ediyor olalım ister fiziksel terimlerle, onu tek bir birey olarak düşünürüz. Spinoza’ya göre ise fiziksel bir olay zihinsel terimlerle açıklanabileceği gibi, zihinsel bir olay da fiziksel terimlerle açıklanabilir. Spinoza, kabala’da olduğu gibi, düşünceyi “yüksek” kip olarak görür; çünkü düşünce “uzam”ı “bildiği” halde uzam(uzayda yer kaplama,fiziksel nesne) düşünceyi bilemez.

Spinoza duyu algısının yetersiz olduğu düşüncesindeydi. Duyu algısı yanıltıcıdır, diyordu; çünkü dış dünyayı kusursuz bir şekilde göremeyiz, kendi bedenimizde gerçekleşen süreçlerin yansıması olarak görürüz. Ancak her varlığın, her sonlu şeyin ( sonsuz olan tek şey, Spinoza’nın Tanrı’yla eşdeğer tuttuğu evren, yani doğadır) içinde onu kusursuzluğa, yetkinleşmeye yönelten bir itici güç vardır. Bu güce ya da çabaya conatus diyordu Spinoza. Bunun çok yararlı bir fiziksel örneği vardır: zehirlendiğimizde, bedenimiz zehri dışarı atmak için kendi usulünce çaba gösterecektir. Bedenin yapısından gelen bir şeydir bu.

Ruhun da aynı şekilde işlediğini söylemek yerinde olur. Herkesin ruhunda, insana kötü işler yaptırabilecek düşünceleri, kavramları, hatta istekleri dışarı atma eğilimi vardır. Kendimizi karışık ya da yanıltıcı bir şekilde değil, doğru anlama yönünde bir ihtiyaç, hatta kapasite geliştirmişizdir içimizde. Spinoza’ya göre iç görüde berraklığın kendine özgü bir tadı vardır. İnsan bu deneyime bir kez erişince, düşünce ve algısının önceden nasıl da çamurlara, sislere bulanmış olduğunu kavrayacaktır. İşte o zaman zihin, bildik “bakış açısı”ndan uzaklaşarak daha akılcı bir şekilde düşer gerçekliğin peşine. “Doğru bir fikri olan, aynı zamanda doğru bir fikri olduğunu da bilir” diye yazar Etika adlı eserinde.

Bütün gizemcileri en akılcısı olan Spinoza, zihin berraklığı önündeki başlıca engelin, duygusal hayatımızın niteliksizliği olduğuna inanıyordu. Sıradan biçimiyle duygularımız, bizde sürekli kafa karışıklığı yaratan kesinliksiz ve tümüyle isteklerimizin etkisindeki izlenimlerden ibarettir. Üstelik büyük mutsuzluklara da yol açarlar.

“İnsan kendi duygularına tutsak oldu mu, kendi kendinin efendisi değildir artık, tarihin insafına kalmıştır” diye yazar Spinoza. Sahici ve doğru duyguların gücünü yadsımaz elbette. İlk başvurulacak çare, bunların gerçek sebebini keşfetmektir. Bir örnek verecek olursak; aslında sadece şehvet ya da hükmetme arzusuyla hareket etmekte olduğumuz halde, birine beslediğimiz “sevgiyi” ciddiye alabilir miyiz? Bu ve pek çok açıdan Spinoza’yı modern derinlik psikolojisinin habercisi saymak yerinde olacaktır.

Gelenekçi çağdaşlarının gözünde Spinoza’nın en büyük günahlarından biri panteizmdi. Her şeyin ilahi ve tanrı ile Doğa’nın da özdeş olduğu yolundaki bu düşünce, şairler tarafında eserlerini güzelleştirmede kullanılınca gönülsüzce de olsa tolerans görüyordu. Oysa bu sefer, yalnızca tek bir töz bulunduğunu öne süren gerçek bir felsefe vardı karşılarında. Panteizm gerçek bir mesele olmaktan çok bir söz oyunu niteliği taşır, dindar insanlar için bir bakıma “onun baktığı her şey kutsanmıştır.” Ateiste göre ise her şey ancak işimize yaradığı ölçüde anlam taşır. Spinoza’nın bu görüşü, insanları yargılayacak, cezalandıracak, ödüllendirecek vahşi Tanrı’ya ihtiyaç duyanlarda hayal kırıklığı yaratır. Her ne kadar Spinoza’nın felsefesi bir ölçüde tartışma ya da bir tartışmanın başlangıcını içerirse de, filozofları ilgilendirmiş ya da ilgilendirmekte olan bütün kişiler içinde, Platon gibi Spinoza’nın da asıl önemi, insanlara mutluluk getirebilecek yasalarla kurulmuş bir dünyayı inandırıcı biçimde savunmasından kaynaklanır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar